Barbaros tabii bu saatten sonra çiftçi olmaya kalkmayacaktı. Bağcılık ya da zeytincilik gibi bir iş yapacaksa, işin başına işi bilen insanları getirmek zorunda olduğunun farkındaydı. Ama bizzat kendisi havanın kokusunu, toprağın tavını, ürünün rengini okumayı bilmedikten sonra, böyle bir işe girişmek akıl kârı olur muydu? İşte Barbaros bunu düşünüyordu.
Vahit bey çok keyiflendi; bir tek daha istedi.
Birbirinin ciğer röntgenini bilen insanların arasında, sohbet edebileceği, kafası çalışan, aileden terbiye aldığı belli olan bir adama hasret kalmıştı.
Gerçekten de herkes birbirinin ciğer röntgenini biliyordu. İçlerinden biri, şimdi, şurada cüzdanını açsa, herkes kaç lira çıkaracağını biliyordu. Kapısını kapadıktan sonra içeride ne yaşadığını biliyordu. Dün gece rüyasında ne gördüğünü, bu gece rüyasında ne göreceğini biliyordu. Bunun böyle olduğunu anlamak için Deren'de birkaç saat geçirmek yetmişti. Bu yüzden bir yabancıyla, ama özellikle onların egemenliğini tanıyan bir yabancıyla ahbaplık etmek, aslında hepsinin hoşuna gitmişti.
Vahit Bey bir ara, “bize de buyurun, bizim oralar Deren’den daha meşhurdur,” deyince, tarlalarının ve çiftliğinin Keçiseki’de olduğunu öğrendik.
Ben, “gerçekten mi,” diye biraz aşırı bir tepki gösterdiğim
için adamcağız açıklamak zorunda kaldı; tam Keçiseki değildi de, Keçiseki’nin
Deren tarafında kalan burnu hemen dönünce, yamaçtaydı.
“Muzafferlerin ev de orada, bunların ev de orada,” diye
ekledi; bunların, derken, çenesiyle oğlu İrfan’ı işaret etmişti.
Yarın Keçiseki’de olacağımı, ama Barbaros'un Çanakkale'ye
gideceğini, arkadaşlarıyla sözleştiğini söyledim.
“Semiramis Gündüz’le tanışacağım,” diye ekledim, “o kadar
heyecanlıyım ki.”
“Fatma Abla’yla ahbap onlar,” dedi Ayşegül Hanım.
“Öyle mi,” dedim, “ne güzel;” çünkü öyle denirdi.