Biraz Daha Uzun *

Hastanın başında annesiyle birlikte bir süre dikildim. Yaralar gözümün önünde kıpırdıyor, sulanıyor, kabarıyor, renk tayfanın yara paletindeki bütün tonlara batıp batıp çıkıyordu. İltihapların fısırdayarak kuruduğunu duyuyordum. Çukurları dolduran akkan donuyor, bir engelle karşılaşırsa yolunu değiştiriyordu. Havadaki belirgin koku çürük, küf ve rutubet arasında gidip geliyordu. Hasta boş bakışlarını bizim göremediğimiz bir evrene dikmişti. Hâlâ yaşıyor olmanın dehşetiyle üçüncü gözü açılmıştı ve artık başka şeyler görüyordu. Kavrulmuş dudakları yüzünden aralık duran ağzı, acı eşiğini çoktan aşmış olan çığlıklar atıyordu ama kulağımız onu duymuyordu. Hayatla hesaplaşmış, hesabını kesmişti. Artık alacak verecek yoktu. O defter kapanmıştı. Kimsenin birbirinde âhı da hakkı de kalmamıştı. Artık hayat kadar güçlü ve aynı derecede belirsiz ve güvenilmez bir konumdaydı. Aralarında eşitlerarası bir diploması kurmuşlardı. Kartlarını açmışlar, blöf yapmayı bırakmışlardı. Artık birbirlerine denktiler.

***

Erdem Keçiseki'ye bir perşembe günü sabaha karşı geldi. Yola çıkmak üzere otogara gitmeden önce bir halı saha maçına katılmıştı. Soyunma odasının önünde oralarda yatıp kalkan eski zaman ayyaşlarından beyefendi bir evsize selam verdi, adam selâmı gülümseyerek aldı. Hayrola, dedi, nereye gidiyorsun? Ya bunu sorardı ya, hayırdır, nereden geliyorsun, derdi. Her seferinde bunu gerçekten de merak ediyormuş gibi sormayı, karşısındakini tanıyormuş, hatırlıyormuş gibi davranmayı başarırdı. Beyin hücreleri ölmüş, geriye bu iki sorudan başkası kalmamıştı.

***

Konuşmayı değil önce susmayı öğrenmemiz gerekiyor dedim. Sözlerime kulak asmadılar. Ben de olsam sürekli haklı çıkan birinin söylediklerini ciddiye almazdım. Bir gün yanılacaktı, değil mi? Hiç yanılmadıysa, olasılık hesabına göre yeni söylediği her şeyde yanılma payı gittikçe yükseliyordu.

***

Biz hararetle durum değerlendirmesi yaparken gemi batıyordu. Batan geminin "mal"larıydık; kusursuz sandığımız planımız bizi batan bir gemiye sürüklemişti. "Hadi," dedik; geri dönmemiz gerekiyordu, "kaptanı bulalım."

Kaptan kendi kamerasının özel güvertesinde kasıla kasıla dikiliyordu. Böyle dikilme becerisini acaba sonradan mı edinmişti yoksa ırsî miydi; kendine güven, nereden edindiğine bağlı olarak her kişide farklı tezahür ediyordu. Kaptandaki belirtilere bakınca, bu becerinin bir kadının elinden çıktığına hükmettim ve ona bu güveni veren kadını düşündüm.

Yaklaştık. Selâm verdik. Sırf alışkanlıktan, aldı.

Gemiyle ilgili hiç ilgilenmediğimiz açıklamalar yapmasına engel olamadık. Anlattıklarını dinlemediğimizi anlaması gene de uzun sürmedi. Gülümseyerek yüzüne bakıyorduk. Yolu açtık. Elimizle kapıyı gösterdik. İkiletmedi.

***

Çetin aradı, dedi ablası. Simten'le birbirimize baktık. Çetin herhangi biri olabilirdi. Simten'in bahçıvanı, apartman yöneticisi, briç ya da yüzme hocası olabilirdi. Örneğin, kuzeni olabilirdi. Mutlaka boyaya beklediğini söyleyen kuaförü, randevu saatinin değiştiğini söyleyen dişçisi, bazı kâğıtları imzalaması gerektiğini söyleyen avukatı olabilirdi. Ama değildi. Üçümüzün köşelerinden seken kıvılcımlardan belliydi ki bunların hiçbiri değildi.

***

Görüyorum, geliyorlar.

Daha yaşlı olanlar sanki olduklarından daha genç, genç olanlar sanki olduklarından daha bilge görünüyor. Yürüyüşlerinde bir karşıkonulmazlık var. Dişlerini sıkmışlar, gözlerini kısmışlar; korku içlerine girmesin, cesaretleri dışarı kaçmasın diye. Hayvanlar donup kalmış, ağaçlar eğilmiş, börtü böcek kenara çekilmiş. Önlerindeki Kızıldeniz olsa, ayak seslerini duyunca kendiliğinden ikiye yarılacak.

Korkuyu korkutup kaçırmışlar, umudu herkese hediye etmek için paketlemişler. Küçükleri seviyor, büyükleri sayıyor, diğerlerini kendilerine hayran bırakıyorlar.

Geliyorlar. İnsan onuruna hakkını vermek, dünyayla yaşamı barıştırmak, insanı gelecekle uzlaştırmak için.

Görebiliyorum, geliyorlar.

Ya da bana öyle geliyor.

***

İlk günün nasıl geçtiğini anlamadılar. İkinci gün ayakları su topladı. Üçüncü gün zehirlendiler ve her yanlarını kaşıntılı kırmızı kabarcıklar bastı. Dördüncü gün yağmura yakalandılar. Beşinci gün uzaktan gelen bir helikopter sesi duydular ve telaşlandılar. Altıncı gün sıcak ve nem yüzünden erkenden yoruldular. Yedinci gün kahvaltı hazırlıkları sırasında doktor, bugün dinlenelim, dedi.

***

Şifreni ver, dedi, verdim; koskoca adama şifre denen şeyin doğası gereği gizli olduğunu nasıl anlatacaktım. Hem biz Türk'tük; şifremizi herkes bilebilirdi, bize bir şey olmazdı. Fakat bu noktada mutlaka bir hamle yapmalıydım. Edilgenliğin de bir onuru, bir gururu vardı ve edilgenliğe de hak ettiği saygı göstermek gerekiyordu.

***

Üç ay boyunca, uyandığım andan uykuya daldığım âna kadar her gün ağladım. Kendini kötü hissetme hastalığına yakalanmıştım. Annem beni hocaya götürdü. Hoca okudu üfledi, cin girmiş bunun içine, dedi, sıcak banyo yapacak, yedi yorgan altına yatacak, kırk gün başucunda Kur'an okunacak.

***

Araba enkazına baktım ve, formun ön plana çıktığı, durgunluğu hareket halinde olan, felaketin doğasındaki kaçınılmazlığı ve olup bitmiş olana özgü yabanîliği çağrıştıran bir çalışma olmuş, dedim. Üstelik, üzerinde çalışmadığınız halde tamamlanmış bir çalışma kadar başarılı. Biraz düşündükten sonra, bence ablam burada sadece direğe bindirmiş bir araba görecek, dedi.

***

Efser kahve falı bakıyor, Hüseyin her şeyin falına bakıyor. İstanbul'dan gelmişler, sınıra yakın bir köye yerleşmişler. Tavukları, bostanları, meyvelikleri var ama asıl geçim kaynakları yetenekleri. Galiba kaçakçılık da yapıyorlar. Eve kimin girip çıktığı, hangi odada hangi misafirin yatıya kaldığı belli değil. İstanbul'da daha iyi kazansalar da burada daha rahat yaşıyorlar; polislerin ve muhbirlerin zaten para karşılığı kazanılmış dostluğuna güven olmuyor. Bir ara ot yetiştirmeye kalkmışlar. Cihangir'de bir ev satmışlar, bütün parayı fidelere ve fideleri büyütmek için gerekli olan düzeneğe yatırmışlar, bir kere bile hasat toplayamadan çürütmüşler. Toz değilse bile hap kullanıyorlar, büyük olasılıkla da satıyorlar. Evli değiller. Kuzen olduklarını söylüyorlar. Bir görüşe göre Efser, bir görüşe göre Hüseyin, bir görüşe göre ikisi de, bir görüşe göre homoseksüel, bir görüşe göre biseksüel, bir görüşe göre aseksüel. Ödemeyi nakit alıyorlar ama bazı ünlü ve güvenilir müşterilerin parayı bankaya yatırmalarına izin veriyorlar. Kimseyle para konuşmuyorlar. Kulaktan kulağa yaydıkları haberlerle tarifeyi belirliyorlar. Efser neşeli ve becerikli bir kadın. Güzel yemek yapıyor, kilim dokuyor, keyfi yerindeyse türkü söylüyor. Hüseyin çok yakışıklı; kendine özgü bir çekiciliği var. Bu sayede iyi müşteri çekiyor ama bu kadar yakışıklı olması müşterilerin arasına nifak da sokabiliyor. Söylentilere bakılırsa İstanbul'dan uzaklaşma kararlarında Hüseyin'in iflah olmaz hayranlarının da payı var.

***

Babanız yerde oturuyordu; kış aylarıydı. Hemen hasta olur, bilirsiniz. Neyse ki ev sıcaktı; merkezi ısıtma. Merkezi ısıtma ne demek biliyor musunuz? Bana deliymişim gibi baktılar. Delirmişim gibi değil de deliymişim, hep böyleymişim gibi. Haksız değildiler. Hep böyleydim. Deli miydim bilmem ama hep böyleydim, onu biliyorum. Kâğıttan bardaklar yapar üstüne çiçekler çizerdim. Müthiş bir şey yapmışım gibi gelirdi. Benim elimden çıktığı için zaten aksi mümkün değildi. Evimizin önünde bisiklete binen çocuklara kâğıttan bardakları satmak isterdim. Hediye de edebilirdim ama parayla alırlarsa kıymetini bilirlerdi. Benim hiç paraya ihtiyacım olmadı, dedim babanıza, benim ihtiyaçlarım hep başkaları tarafından karşılandı.

Babanız devetüyü bir palto giymişti; deve tüyü palto biliyor musunuz? Boş boş baktılar. Ne kadar küçük ve ne kadar aptaldılar. O kadar çok sevilmişlerdi ki aptal olmuşlardı ve beni aptallık kadar öfkelendiren başka bir şey yoktu. Aptalları biraz da kıskanırdım. Kıskandığım her şeye karşı da öfke duyardım.

Bir gün babanızı yerliler ele geçirmişti. Soymuşlar, bir kazana koymuşlar, kazanın altını yakmışlardı. Babanızın keyfi yerindeydi; yani herhalde yerindeydi ki kurtulmaya çalışmıyor, kazanın içinde yayıldıkça yayılıyordu. İçine patates doğradılar, havuç attılar, yağ koyup babanızın etlerini ovmaya başladılar; ovulan et lezzetli olurdu. Babanız gayet rahat, kazanın içinde oturdu ve vizöre baktı.

Babanız bana pek çok şeyi hatırlattı ve bir o kadarını da unutturdu; beni aptallaştırdı ve daha akıllı olmamı sağladı... Biriniz kalkıp kapıya baksın.

***

Saat 23:12. Altı buçukta, evde yemek yok, gelirken bir şeyler al, diye mesaj yazan Murat herhalde karnını doyurmanın bir yolunu bulmuştur. Murat'ın adı yaşını da ele veriyor. Bir zamanlar ülkedeki erkek çocuklarının yarısının adı Murat'tı. Şimdi hepsi bir yerlerde, bir tanesi de benim sırtımda. Ben başka bir tarafa bakıyorken çıktı yerleşti. Ben de olsam benim sırtıma çıkar bir daha da inmezdim.

Annem arıyor, meşgule atıyorum. Hemen bir kere daha arıyor, sessize alıyorum. Bu kadar acilse polisi ya da ambulansı arayabilir. Arkasından mesaj geliyor. Hakan Bey'e, pardon, deyip okuyorum; kendimi hiç değilse bu kadarını yapmak zorunda hissediyorum, sonuçta kadın beni dokuz ay karnında taşımış. Türkan boşanıyor, diye yazmış. Erdal İnönü, ben kedi miyim Sevinç, demiş ya, anneme, ben avukat mıyım, diye yazıyorum. Değilim. Hakan Bey'in yönetici asistanıyım, o kadar.

***

Önce nefes beni terk etti, çünkü en bilge olan oydu; bittiğini önce o anladı ve çıkıp gitti. Benle işi kalmamıştı. Sonra şölen başladı; tam bir çılgınlıktı. Hayat üstüme saldırdı ve beni yedi bitirdi. İçime yuvalandı ve içime yumurtladı. Hayattayken üstüne basıp ezdiğim, yüzümü buruşturup tiksintimi belli ettiğim böcekler, kadife dokunuşlarla aramızdaki eşitsizliği kendi lehine değiştirdi. Ölüm onların telaşından daha güzel kutlanamaz ve kimse ölümün göğsüne, böylesine hevesli olan açlıktan daha kıymetli bir madalya takamaz.

***

Hocanın sesinde ne dediğinden bağımsız, diyor olmanın verdiği rahatlıktan kaynaklanan bir güven vardı. Kendimiz kendimizin suretiyiz, dedi, çünkü Allah bizi aslımızı görme lanetinden korumuştur. Hepimiz yüce Allah'ın parçasıyız. Kendimizi görebilseydik, hâşâ, çarpılırdık. Görüntümüz zaaflarımız tarafından şekil verdiğimiz geçici bir kalıptan başka bir şey değildir.

Bunun üzerine Eyüp Abi, Allah-ü Teala, insan diyerek yarattıklarını kuşkusuz evrimleşsin diye dünyaya gönderdi, dedi, acaba medeniyetin geldiği şu noktada doymazlığımıza, neye karşı açlık hissettiğimize, birbirimize nasıl davrandığımıza bakıp, bizi hâlâ, yani gene de tanıyabiliyor mudur, dersiniz.

Hoca insanın sahip olduğu sıfatlarla Allah'ın niyetini anlamasının mümkün olmadığını söyledi. Eyüp Abi sıtma görmemiş sesiyle, şüphesiz, diye gürledi. Allah'ın ruhanî ya da tinsel bir dünyaya ait olduğunu da düşünmüyordu. O bir "olmak" durumuydu. Düzensizliğin sıfır ve olasılığın da bir olması durumu.

Hoca müsaade isteyerek kalktı ve gitti.

***

İstanbul'dan gelenler Deren'in küçük bir yer olduğunu düşünür. Keçiseki daha da küçük bir yerdir. Hatta yer bile değildir; Keçiseki "yersiz"dir. Yer dediğin şey Keçiseki'de daracık bir kıyı şerididir. Keçiseki'nin geri kalanı, seni aşağı silkelemek istediğini gizlemeye gerek görmeyen, inatçı ağaçlar, daha da inatçi evler ve bir iki dükkânla süslenmiş uzun bir etektir. Hüseyin Abi Keçisekililer olarak hepimizin Keçiseki'nin eteğindeki taşlar olduğumuzu söyler. Bir de şöyle der: Taş yerinde ağırdır. Keçiseki bizim yerimiz. Bence burada ağır olduğumuz için düşmüyoruz.

Büyük İskender burada at binerken beyaz küheylanı dik yamaçtan ürkmüş, binicisini sırtından atmış. İskender'in sol kaburgalarından üçü ve ön kolundaki iki kemiği kırılmış; güzelim beyaz küheylanı da Keçiseki'ye inen yokuştan yuvarlana yuvarlana denize düşmüş. Düştüğü yerde bir ada peydah olmuş. Adına Küheylan Ada demişler.

***

Arabanın yolcu koltuğuna oturmuş kır manzarasını seyrediyordum. Başka yerlere giden, birbiriyle kesişen, bazen sapaklara ayrılan yollardan geçiyorduk. Bir yol çalışması gördüm. Mavi tulumlu, güçlü, çalışkan işçiler ve mühendisler inşaat alanına yayılmıştı. Bir anlığına, sadece bir anlığına işçilerden biriyle göz göze geldik. Beni edepsizce selâmladı. Alaycı gülüşü beyaz dişlerini açığa çıkardı. O sırada gözlerinde bir ışık çıkıp söndü. Ürpermiştim. Bakışlarımı iş makinelerine çevirdim. Hepsi pırıl pırıldı; üzerlerinde ne bir toz vardı ne bir leke. Birdenbire anladım. Neler olacağını anladım ve çok ama çok korktum. Olacağını anladığım şeyin olmasından korkmamıştım; o, nasıl olsa olacaktı. Öyle ya da böyle, er ya da geç olacaktı. Fakat olmaya başlamıştı ve bunu anladığımdan, bu süreç boyunca ne kadar üzüleceğimi bildiğimden, her şey bittikten sonra bile üzülmeye devam edeceğimden ve hep en başından başlayıp yeniden üzüleceğimden ve bir kızıp bir affederek, olup bitenleri de olasılıkları da çarpıtarak kendi üzülmeme üzüleceğimden adım gibi emin olduğum için korkuyordum. Yolcu koltuğundan seyrettiğim yol çalışması birden, arabamızla aynı hızla ilerlemeye başladı. Sonra yavaş yavaş arabamızın hızını aştı, önümüze geçti. Biraz daha ileride geniş bir kavşakla üzerinde yol aldığımız anayola bağlandı. Hepsini gözlerimle görmüştüm.

***

Danışma bankosunda bulmaca kitapları, hediyelik çikolatalar, glutensiz kurabiyeler, kitap ayraçları, defterler, kalemler, bardak altlıkları, fincan, anahtarlık, pudriyer var. Ziyaretçilerin vicdanına sesleniyor. Burada hastanız için fahiş fiyatla alacağınız bir hediye sizi enayi bir keriz yapacak. Taksiler de keriz tarifesini açıyor. Böylece sağlığın kıymetini anlıyorsun. Artık sadece hasta olmamaya değil, etrafındakileri hasta etmemeye de çalışacaksın.

***

Gelmeden önce rakıya altlık olsun diye iki ayran içti. Topuklu ayakkabıları ve şık elbisesiyle kullandığı arabayı durdurup, yol boyunca, yayık ayranı, diye bağıran tabelalardan birinin önünde indi ve taş gibi köpüğünü burnuna bulaştıra bulaştıra iki maşrapa içti. Nasıl içeceğini iyi biliyor. Nasıl küfüredeceğini de iyi biliyor. Dilinde hep pis bir çapkınlık. O konuşunca diğer kadınlar kıpkırmızı kesiliyor. Herkesi utandırdığı zaman kendini kahraman gibi hissediyor; bütün dünyanın sözcüsü gibi.

***

Yaşlı bir kadın pazar yerinde koluma yapıştı, yoldan çevirdi, gözümün içine bakıp para istedi. "İyi de niye," dedim. "Çünkü çok genç ve güzelsin." Bir kahkaha attım; kahkahaların beni daha genç ve daha güzel gösterdiğini bal gibi biliyordum. "Vergi olarak mı," dedim. "Bedel olarak," dedi, "bedelini para olarak öde ki başka yoldan ödemek zorunda kalmayasın."

***

Çağlayan Çınar, "çeyrek ekmek, kokoreç," dedi sivil polise. Genç adam tezgaha eğilip satıra benzeyen bir bıçakla çalışmaya başladı. Çıkan seslerden ve kokudan ne yaptığını bildiği belli oluyordu.

Tuzunu biberini atarken Çağlayan Çınar ses etmedi. Tuzuyla biberiyle yiyecekti. Polisin usta ve seri hareketlerle yarısı açıkta kalacak şekilde çeyrek ekmeği samanlı kağıda sarmasını izledi. Uzanıp alırken, "ne kadar," dedi; taze ekmeğin gevrekliğini elleriyle hissedebiliyordu. Hem ekmekten hem kokoreçten gelecek şekilde güzel bir ısırık aldı ve paranın üstünü uzatan polise, "kalsın, kalsın," dedi. "Bereket versin," dedi polis. "Yağmur mu yağdı," dedi Çağlayan Çınar, "yerler kurumamış," "Yağdı." Çağlayan Çınar kafasını salladı, "çok güzel," dedi kokoreci kastederek, "güzel şeyler hep zararlı, faydalı olanların tadı da saman gibi. Şeker tamam. Tuz, güç belâ o da tamam. Ama ekmek yememek ne demek kardeşim!"

Kâğıdın içinde kalan ekmeği yukarı doğru ittirdi. "Yumurta yeme; yok yok, ye. Tereyağı, kuyruk yağı yeme; yok yok, ye. Ete dikkat et, kafeine dikkat et, bilmem neye dikkat et... Oğlum diyor ki, yemekle ilgili dikkat edeceğim tek şey kravatıma dökmeden yemektir." Polis güldü. "Oğlanın adını Görkem koyduk," dedi Çağlayan Çınar, "baktık tuttu, oğlanın boylu poslu, yakışıklı bir şey olacağı belli oldu, kızın adını da Güneş koyduk. Herkesin Big Bang dediği şey oldu." Polis güldü.

Çağlayan Çınar ellerini kokoreç ekmeğinin samanlı kâğıdına silmeye başlayınca polis ıslak mendil poşeti uzattı. Çağlayan Çınar minik poşeti aldı ama açmadı. "Bir çeyrek daha yapsana," dedi. "Çarpmasın," dedi polis. Birlikte güldüler.

***

Önce geri çekilmiş saç çizgisinin başladığı alnına, ağır bir taşla vurdum. Kolay olmadı, taş çok ağır, kafatası çok kalındı. Zedelenen alandan deriyi soymaya çalıştım. Başa çıkamayınca taşla biraz daha ezdim. İki çiviyi, boynuz gibi iki taraftan, ezik dokuya çaktım. Bana mısın demedi. Bunun üzerine çekici doğrudan kafatasına uyguladım. Hoş bir çatırtı geldi. Çatlağı tornavidayla zorladığımda kemik parçaları dokulara gömülmeye başladı. Kolay olmayacağını zaten tahmin ediyordum. Çekiçle tornavidayı kanırtarak çatlamış kemikleri kırmaya çalıştım. Kemiklere yapışık sinirler, damarlar, dokular işimi zorlaştırıyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Kemik parçalarını ayıklamak çok vaktimi aldı. Sonra çatalı aldım ve açıklığa batırdım. Çatal beyin dokusunun yumuşak katmanlarına kademe kademe gömüldü. Birbirinden ayrılmak istemeyen dokuları güçlükle kopardım. Ağzıma attım. Çok az çiğnedim ve yuttum. Sıcak ve kaygandı. Sonra biraz daha yedim.

***

Keçiseki'nin kirli sarı tabelasına rağmen buraya geldiğinde tarihi ya da turistik herhangi bir şey görebileceğini garanti edemeyiz. Seni güler yüzle karşılayıp gördüğümüz yerde selâm veririz. Sırtında taşıdığın ve kaçak inşaatlara benzeyen çantandan ne çıkaracağın belli olmadığı için, düzgün dişlerin, bronzlaşmış bacakların ve sağlam ayakkabıların medeniyetin bütün sinyallerini verdiği halde, kusura bakma, sana evimizi açmayız. Bakkaldan su ya da cips alabilirsin. Türkhan Amca'nın dondurma yaptığı güne denk gelirsen ne mutlu; dondurma da yiyebilirsin.

El yapımı bir şeyler, sabun kalıpları, camı kendinden ağır zeytinyağı şişeleri, şifalı otlarla dolu keseler arıyorsan gene kusura bakmayacaksın. Aslında bunları yapıyoruz. Gerçekten. Sadece belki gelirsin diye burada bir dükkâna istiflemek yerine Deren'deki kooperatife ve İstanbul'daki tüccarlara gönderiyoruz.

Son çare olarak Hüseyin Abi'nin dükkânına uğrayabilirsin. Bir şey almasan da raflara göz atarsın. Boynunda fiyonk olan köpekli, ördekli, tavşanlı kartpostalları karıştırabilir, ne işe yaradığını, hatta bir işe yarayıp yaramadığını Hüseyin Abi'nin de bilmediği ama Bora Abi'nin Ünsal eniştesi yapıp getirdikçe raflara dizdiği ahşap oyma figürleri eline alıp alıp bırakabilir, resimleri ilgini çekeceği için Avcının El Kitabı'nı satın alabilirsin.

Kıyı şeridinde, kahve ve çay bahçesi eklentileriyle urlaşarak zamanla büyümüş olan Hacı'nın lokantasını görürsün. Lokantanın mönüsünde rakı, balık, beyaz peynir ve fırın helva vardır. Başka bir deyişle lokantanın mönüsü yoktur. Salata için yalvarman gerekir. Buz kalıplarını iyi suyla doldurması için yalvarman bile işe yaramaz.

İki taraftaki burunları dönersen, sekiler halinde açtığımız tarlalara giden yollara varırsın. Batı tarafında iki büyük çiftlik vardır. Tarlalarda ve bahçelerde çalışanlar gene gülümseyerek selâm verir. İstersen arkana aldığın ada manzarasıyla fotoğrafını da çekerler. Zaten birazdan motorla adaya gideceksindir; tabii oradan gelmediysen.

***

Kaptanın Seyir Defteri

Mürettebat yılbaşı çekilişi yapmak için izin istedi. Hediye fiyatına sınır koyma şartıyla kabul ettim. Peklik çekmeye devam ediyorum. Doktor ilaç vermek yerine spor salonunda daha fazla zaman geçirmeni tavsiye ederek gülümsedi. Spor salonuna zaten hiç uğramadığım için orada daha fazla zaman geçirmem kolay olacak.

Annemi aradım. Apartman boyanacakmış. Üç taksitle ödenmesi gereken toplam miktarı bildirmeye gelen yöneticiyi, oğluma bir sorayım, deyip göndermiş. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:

Ne soracaksın bana anne?
Kazıklanmayalım. Bu para fazla mı değil mi onu soracağım.
Ben ne bileyim?
Bilmiyorsan öğren.
Bir sorayım buradakilere.
Nasıl gidiyor sizin?
İyi işte. Güneş sisteminden çıkacağız yarına.
Hayırlısı olsun.
Sağ ol anne.
Hava yağışlı olunca uydu kanalları çekmiyor.
Söylemiştin.
Sizden biri bir şey yapamıyor değil mi?
Yapamıyor anne.

Akşama sadece salata yemeyi düşünüyorum; zeytinyağını bol tutacağım, bağırsaklarıma belki iyi gelir.

Sabahtan Eva (Extra Vehicular Activity) için mürettebata katıldım; biraz havam değişsin diye. Her şeyi iki kere gözden geçirirken sıkıntıdan patlayacaktım. Çocukların her prosedürü hevesle yerine getirdiğini görmek beni gençliğime götürdü, daha da çok sıkıldım.

Öğleden sonra uzun bir toplantı yaptık. Raporları dinledim ve hesaplamaları gözden geçirenleri gözden geçirenleri sorguya çektim. Toplantıdan sonra dünyaya bağlandık görüntülerde ve sözlerde, şakalarda ve talimatlarda, üniformalarda ve üniformalardaki nişanlarda özlediğim bir şey aradım. Bulamayınca herhangi bir şey aradım.

Bu görüşmeler genellikle gayet resmi başlar, sohbet havasında sona erer. Gayet resmi başlayıp daha da resmi sona erdiğine de tanık oldum. Bağlantı sırasında konuyu açtım. Yöneticinin istediği fiyat meğer çok makulmuş.

Yatmadan önce bloguma bir haiku ekledim:

Pembe gömlek etek kırmızı
Böyle geçirdik bütün yazı
Dallara takıldı sızı

***

Deniz
Denizde tekne
Teknede yelken
Yelkende çizgi
Çizgide kuşku
Kuşkuda tevekkül

Gözlerin sende değil
Gördüğün burada değil
Görüntü dediğin gördüğünden ibaret değil

Denize girme
Tekneye binme
Gözüne güvenme

Pamuktan bir iplik
Ağaçtan bir köprü
Düğümden bir ağ

Birini görünce tümünü görürsün
Tümüne bakınca kendini görürsün
Kendine dönünce aynayı görürsün

***

Buraya koyayım mı? Dikenin batar mı? Bakımlı mısın? Suyunu veriyorlar mı? Toprağını çapalıyorlar, ilâçlarını yapıyorlar, seni her bahar buduyorlar mı? Türün ıslah edilmiş mi? Bahardan yaza geçerken küçük, yapışkan, yeşil yeşil sineklenir misin? Çiçeklendiğinde pembe taç yapraklarının arasına yumurtlayan kocaman, kapkara, inatçı böceklerin var mı? Rüzgâr alır mısın? Yazın güneşe, kışın dona direnebilir misin? Dalına konarsam bana iyi bakabilir misin?

***