Merak Ettiğim Birkaç Şey *


Okul hayatım boyunca öğretmenlerimden pek çok şey öğrendim. Fakat içlerinden biri, matematik öğretmenimiz Fatma Çay sayesinde, diğer öğretmenlerimden öğrenemeyeceğim hayat dersleri aldım.

Fatma Çay, orta ikinin yarısından başlayıp lise mezuniyetime kadar benim matematik öğretmenim oldu. Öğrencilerinden yüksek not almalarını, ona saygı duymalarını, mümkünse onu sevmelerini  beklerdi; vermeden almak isterdi. Dört buçuk sene boyunca ondan korktum. Derslerinde soğuk soğuk terledim. Bana matematikle ilgili hiçbir şey öğretmedi. Bir yetişkin ve bir öğretmen olmaktan kaynaklanan statüsünü kötüye kullandığını anlamam için aradan yirmi yıl geçmesi gerekecekti.

O zamanlar dünya şimdikinden farklı bir zarafetle dönüyordu. Geriye dönüp baktığımda görüyorum ki, veliler de öğrenciler gibi o zarafete duydukları inançtan dolayı kör, sağır, dilsiz oldukları için Fatma Çay'ın zorbalığını eğitimin bir parçası olarak kabul etmişti.

Fatma Çay, her sene üç öğrenciyi görevlendirirdi. Onlardan, sınıf arkadaşlarının defterlerini kontrol etmelerini, matematik ödevlerini yapıp yapmadıklarını denetlemelerini ve isimlerin karşısına eksi ve artı koyarak liste yapmalarını isterdi. Hiçbirimiz bu ilkelliği garipsemedik. Hiçbir veli, öğrenciyi öğrenciye fişletme esasına dayanan bu uygulamayı şikayet etme gereği duymadı. İşin ilginç tarafı, görevli öğrencilerle ödev kontrolüne maruz kalan öğrenciler arasında hiçbir sorun çıkmadı. Ufacık bir tatsızlık bile yaşanmadı. Çünkü hepimiz iyi çocuklardık. Bacak kadar boyumuz vardı ama Fatma Çay'dan daha olgun davranabiliyorduk.

Özel ders verdiğini biliyordum. Bir matematik öğretmeni olarak aranan bir isimdi. Bunu nasıl yaptığını hâlâ aklım almıyor. Nasıl olup da kendini markalaştırmayı başardığı ve zorbalığı için ücret karşılığı nasıl olup da bir talep yarattığı benim nazarımda doğaüstü bir gerçek olarak gizemini koruyor. Fatma Çay'dan özel ders aldığımı hayal bile etsem hâlâ iç organlarımın büzüştüğünü hissedebiliyorum.

Öğrencileri aşağılamayı ve küçük düşürmeyi alışkanlık haline getirmişti. Onun bu alışkanlığı sayesinde her dersten fazla matematik çalıştım. Sen söyle, dediğinde yanlış cevap verip ya da susup kalmamak için, yazılıları okurken sesindeki küçümseme ve bakışlarındaki darbelerle ezilip un ufak olmamak için canımı dişime taktım. Tabii ki bir işe yaramadı. Beni sevmedi ve ciddiye almadı; her öğrencisine olduğu gibi bana da sadece katlandı.

Lise mezuniyetimizden birkaç hafta önce, kimler benden on aldı, parmak kaldırsın, dedi. Otuz bir kişilik sınıfta iki öğrenci parmak kaldırdık. Fatma Çay bana döndü ve, sen indir, dedi, seninki dokuz buçuktan on.

Zorbalığa alışmak insanı arsızlaştırır. Biz Fatma Çay'a alışmamıştık, Fatma Çay'ı Fatma Çay olarak kabullenmiştik. Oysa burada kimsenin kabul etmemesi gereken bir kötü niyet vardı. Bana dönüp, sen parmağını indir, demesini kast etmiyorum. Tabii bu da kötü niyetti ama herkesin notlarını gayet iyi bildiği halde, on alan tek bir öğrenci olduğunu gözümüze sokarak başarısızlığımızı başımıza kakması, kötü niyette bir zirveydi.

Aynı zamanda sınıf öğretmenimiz olan Fatma Çay, birkaç kere bizi pikniğe ve geziye götürdü. Bilemiyorum, belki de çabalıyordu. Belki de öğrenciye haddini bildirmeyi görev edinmiş bir nefer değil de şeker gibi bir kadın olmak istiyordu. Çünkü öğrencilerin, günaydın, derken gözlerinin içinin güldüğü, herhangi bir dayatmaya ihtiyaç duymadan varlığıyla saygı uyandıran öğretmenlerimiz vardı. Belki Fatma Çay da onlardan biri olmak istiyordu. Daha sonraki yıllarda başardı mı bilmiyorum. Ben onun öğrencisiyken, pazar günü sınıfı Ayvalık'a götüren, pazartesi günü de aynı sınıfı, aslında kendi başarısızlığının kanıtı olan yanlış cevapları yüzünden küçük düşürüp aşağılayan, arafta kalmış bir zorbaydı. Bir ihtimal, sınıfa girdiğinde onu görmekten mutlu olduğumuz ve ileride gülümseyerek hatırlayacağımız bir öğretmen olmak gibi bir istek duyuyorsa da, önündeki yol çok uzundu.

Dediğim gibi, böyle öğretmenlerimiz vardı; kocaman renkli gözleri hepimizi umut dolu bir geleceğin varlığına ikna edecek kadar hesapsız ve doğrudan bakan fizik öğretmenimiz gibi, parlayıp yayılan, büyüyüp kucaklayan öğretmenlerimiz olmuştu. Ama Fatma Çay onlardan biri değildi.

Haftada bir gün, sınıf öğretmenlerinin girdiği rehberlik diye bir dersimiz vardı. Milli Eğitim'in ne tür bir rehberlik kast ettiğini öğrenemedik çünkü sınıf öğretmenimiz Fatma Çay, rehberlik derslerini matematik dersi olarak değerlendirmeye karar vermişti. Lise sonda, birinci dönemin sonlarına doğru Fatma Çay bizden dersler ve öğretmenlerle ilgili görüşlerimizi yazmamızı istedi.

Rehberlik dersindeydik ve o güne kadar kimse bize bir şey sormamıştı. Fatma Çay kâğıtlara isim yazmayağımızı söyledi. Boyun eğmelerini, itaat etmelerini beklediği öğrenciler gizli saklı resimler çizmesin, terbiye sınırını aşan mesajlar yazıp karalamalar yapmasın diye âni baskınlar halinde defter arkası kontrolü yapan Fatma Çay öyle buyurduğu için birdenbire fikri hür vicdanı hür bireylere dönüşmemiz, her tür eleştiriyi çekinmeden sıralamamız gerekiyordu.

Bir süre boş boş havalara baktık. Hepimizin en büyük derdi matematikti. Ortak kâbusumuz Fatma Çay'dı. Ama dediğim gibi o kadar iyi çocuklardık ki, vicdanımız bu gerçeği bizzat onun okuyacağı kağıtlara yazmaya engel oluyordu.

Öte yandan artık neredeyse on yedi yaşındaydık ve ilk kez adam yerine konuyorduk. Bize her fırsatta haddimizi bildiren Fatma Çay, fikrimizi soruyordu. Bu fırsatı kaçıracak değildik.

Piyango fizikçiye vurdu; neredeyse bütün sınıf, matematikten sonra en çok zorlandığı fizikten yakınmıştı.

Kör telaş ve toplu histeri dışında bir açıklaması olduğunu sanmıyorum. Hâlâ hatırladıkça içim cız ediyor ama sağduyulu davrandığım ve ne övgü ve yergi içeren duygusal bir kompozisyon yazıp teslim ettiğim için vicdanım rahat.

Sonraki fizik dersinde öğretmen sınıfa girer girmez artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anladık. Daha doğrusu, iliklerimizde hissettik. Yüzünden gülümseme eksik olmayan fizik öğretmeni sınıfı selâmlamak için her zaman durduğu yerde durdu ve bu sefer ilk kez olarak allak bullak bir ifadeyle, günaydın, dedi. Orta sırada, en önde oturuyordum. Gözlerinin dolu dolu olduğunu gördüm.

Fizik öğretmenimiz o gün, bizim sınıfı bıraktığını söyledi ve veda etti. Arkasından en çalışkan öğrencilerden ekipler gönderdik. Özür diledik, rica ettik, lütfen, dedik, yalvardık. Bir işe yaramadı.

O son ders fizik öğretmenimiz, ben çocukları sevdiğim için öğretmen oldum, dedi. Sınıf öğretmeni olmak yerine istedim ki, çocukların sevimsiz bulduğu bir ders seçeyim, üzerlerinde bir baskı hissetmeden dersleri sevdireyim. Fiziğe de böyle karar verdim, dedi. Sesi titriyor, gözyaşlarını tutmakta zorlanıyordu.

Bağırmak şöyle dursun, bir kere bile bize sesini yükseltmemişti. Şu konuyu anlamadık, dediniz de anlatamam mı dedim, diye sordu. Sustuk. Şu soruyu çözemedik, dediniz de size ters bir şey mi söyledim, dedi. Sustuk.

Sustukça utancımız büyüdü.

Fatma Çay'ın ayıbını biz yüklenmiş olduk. Öğrencilerle kurduğu ilişkideki beceriksizlik belli ki yetişkinler dünyasında da geçerliydi. İdare edememişti. Yönetememişti. Eline yüzüne bulaştırmıştı. Ve yarattığı bu dalavereden sıyrılmıştı. Sonuçlarına katlanacak olan bizdik.

Son söz olarak şunu söylemek isterim: Çok merak ediyorum. Bizden sonraki öğrencilerinin de defterlerini karıştırdı mı? Onlara da birbirlerinin ödevini kontrol etme görevi verdi mi? Velileri azarlayıp öğrencileri küçük düşürmeye devam etti mi? Çocukları sevdiği için öğretmen olan bir kadının kalbini kırdığı için hiç pişmanlık duydu mu, çok merak ediyorum.