Deren'in dışına çıktığımızda, Muzaffer Bey'in daha bir - bir
buçuk ay önce ektiği kanola tarlalarını gördük.
Olcay Bey, “tarlalar sapsarı çiçek açtığı zaman buralar
kartpostal gibi olur,” dedi.
Aslında Olcay Bey'in balık konservesi fabrikası da kartpostal gibiydi; dik bir yamacın denize indiği noktadaki eski bina, ağaçların yeşili, denizin mavisi, yükleme ve boşaltma yapan teknelerin telaşsız trafiğiyle, masal dinlerken hayalini kurabileceğimiz bir sahne çiziyordu.
Olcay Bey, ileride, ağaçların altında duran kendi arabasını göstermiş, inmeden önce, “sen de yanına koyarsın,” demişti.
Barbaros arabayı park ederken, “iyi ki gelmişiz,” dedim, “düşünsene, burayı görmeseydik, ne kaçırdığımızı bile bilemeyecektik.”
Barbaros buna çok güldü. Söylediklerimi son derece çelişik
ve saçma bulmuştu.
“Dünyanın ekseni 23 derece 27 dakika eğik,” dedim, “düşününce,
bu da çok saçma, ama hayatımızı bu saçmalığa borçluyuz.”
Barbaros, aklımdan zorum varmış gibi bakıyordu.
“Üzülme,” dedim, “Neşe Abla da aklımdan zorum olduğunu
düşünüyor.”
O sırada telefonum çaldı.
Ekrana baktım ve, “a!” dedim Barbaros'a, “Neşe Abla arıyor.”
Barbaros sen kal, rahat rahat konuş, ben idare ederim,
işareti yaptı ve arabadan indi.
Telefonu, “Neşe Abla!” diye bağırarak açtım; bir yandan
Olcay Bey ve İrfan'a katılan Barbaros'un arkasından bakıyordum, “inanmayacaksın,
şimmmdi seni konuşuyordum.”
“Neden inanmayayım bebeğim, bütün dünya beni konuşuyor,
bugüne bugün, dosyasının kullanım hakkını beş yıllığına devretmiş, anlı şanlı
bir fotoğrafçıyım, beni konuşmayacaksın da neyi konuşacaksın.”
“Gerçekten mi!” diye bağırdım.
“Dile benden ne dilersen.”
“Sergi daha dün açıldı! Bu nasıl bir başarı!”
“Kimseye söyleme, başarı falan değil, bu Norveçliler güneş
gördü mü aklını sıçratıyor.”
“Sarı Mavi'yi mi aldılar?”
Neşe Abla'nın, yeteneği ve teknik bilgisiyle insanı mest
ettiği güneş temalı dosyasını gayet iyi biliyordum.
“Kime sattın,” diye sordum bu sefer.
“Söyleyemiyorum ki!”
“Yasak mı söylemen?!”
“Yok ya; nasıl okunduğunu bilmiyorum.”
Neşe Abla fotoğraflarının kullanım hakkını Norveç'teki bir otel zincirine devretmişti. O sırada otelin adını yazıp gönderdi. Mesajını görünce, harflerin böyle bir kombinasyonla bir araya gelebilmesine inanamadım. Noktalar ve şapkalar da bu neşeli tesadüfü kutlamak ister gibi harflerin etrafında neşeyle dans ediyordu.
“Var ya,” dedim, “Norveçlilerin bu dili konuşup gene de
birbirlerini anlayabilmeleri benim için tam bir muamma.”
“Şu, ikinci el araba fiyatında olan çantalardan alacağım
sana,” dedi Neşe Abla.
“İkinci el araba fiyatında olan çantalardan alacağına ikinci
el araba mı alsan?” dedim.
“Bakalım, paşa gönlüm bilir.”
“Norveç'e gidersek otel bedava mı peki,” dedim.
“Norveç sana göre değil şekerim, burada seni sinirlendirecek
hiçbir şey yok.”
“İşte bu beni sinirlendirdi,” dedim.
“Oralar nasıl; seninki parasını hangi işte çar çur edeceğine
karar verdi mi?”
“Yok daha,” dedim, “sen bunları düşünme de nasıl kutlama
yapacaksın, onu düşün.”
“Dönünce beraber kutlarız,” dedi Neşe Abla, “bu sanatçı
tayfasıyla pek anlaşamıyorum, biliyorsun.”
Fotoğraf çekmek için bir helikopter turu ayarlamayı
düşünüyordu.
“Sen de gelebilseydin...” dedi.
Semiramis Gündüz'le görüşme fırsatını kaçıramayacağımı
biliyordu.
“Keşke,” dedim, “belki sen buraya gelirsin.”
“Yarın mıydı görüşme?”
“Evet,” dedim, “ben bir yerleşeyim, seni de yanıma
aldıracağım; her yer yürüme mesafesiymiş.”
“Tam bana göre.”
“Neşe Abla?”
“Söyle canım.”
“O kadar sevindim ki...” dedim.