Yazı İşleri / Deren / Dokuz


Vahit Bey, “haaa,” dedi, “sekreter arıyorum, demişti… Onun evi küçüktür ama. Bizde kalırsın.”
Şimdilik sadece tanışacağımızı söyledim; henüz işi bana vermemişti.
“Verir, verir,” dedi Vahit Bey, “senden iyisini mi bulacak. ( soru eki kullandığım halde cümle soru anlamı taşımadığı için, buraya soru işareti koymuyorum)”

Beni tanımıyordu. Ayrıca her şeyin daha iyisi olduğunu bilecek kadar yaşamıştı ve gene de, daha görüşmesini yapmadığım işi aldığımı varsayıyordu. Herhalde bir bildiği vardır, diye düşündüm ve, “teşekkür ederim,” dedim, “o sizin iyi niyetiniz; umarım görüşme söylediğiniz gibi iyi geçer.”

Ne kadar süreceğini, işlerin nasıl gelişeceğini kestiremediğim için pansiyonda yer ayırmıştım. Aslında Vahit Bey gibi iyi niyetli tarafım, korkmadan, cesur bir yürekle, işi hemen alacağımı, hemen çalışmaya başlayacağımızı söylüyordu; bu durumda gece uyuyacağım yeri ayarlasam iyi ederdim.

Görüşmem saat ikideydi. Sabah, öğlen, akşam, Deren'den dolmuş kalktığını öğrenmiştim.
“Öğlen dolmuşuna binsem,” dedim.
Daha doğrusu, diyemedim.
Deren'den Keçiseki'ye giden karayolunun çok tehlikeli olduğunu duymuştum. Yolun, özellikle evlerin ve dükkanların olduğu dar kıyı şeridine inen son birkaç kilometresi öyle dikti, virajları öyle keskindi ki, sadece bakınca bile insanın başı dönüyordu.

Ağzımdan, öğlen dolmuşu, lafı çıkar çıkmaz masadaki bütün Derenliler ağız birliği etmiş gibi itiraz etmeye başladı; hepsi, Keçiseki'ye dolmuşla gitmenin hiç de iyi bir fikir olmadığı konusunda hemfikirdi. Hava muhalefeti olmadığı sürece Deren - Keçiseki arasını deniz motoruyla gidiyorlardı. Günde üç dolmuş seferi vardı ama o dolmuşlara gözü kara turistler dışında kimse binmezdi.

Cılız bir sesle, “karayolunu da görmek istiyordum…” dedim.
Şımarıklığım bir an için herkesi susturmuş, Barbaros'un da gözlerini devirmesine yol açmıştı.

“Araba kirala? ( soru eki ya da soru soran bir sözcük kullanmadığım halde, cümlede soru anlamı olduğu için soru işareti koyuyorum)” dedi Şirin, “hiç değilse canını başka birine emanet etmemiş olursun.”
Şirin bile fikir belirtme gereği duyduğuna göre uyarıları dikkate alsam iyi ederdim.
Araba kiralamak da bir seçenekti ama arabayı Keçiseki'de ne yapacaktım; ( soru işareti koymuyorum, anlatmıştım) her yer yürüme mesafesiydi.

“İrfan bacak kadardı, bize kadar yürürdü,” dedi Ayşegül Hanım, “çıkar çıkar bize gelirdi.”
Herkes gülümsedi.
“Fatma Abla bir dakika gözünü ayırsa, bu evden fırlarmış; bir bakarsın bizim mutfakta, tabureye çıkmış, eli kurabiye kavanozunun içinde…”
Herkes biraz daha gülümsedi.
Ayşegül Hanım ve İrfan o yıllara kadar dalıp gitmişti. Hatta daha bile uzağa gitmiş gibiydiler.
Ayşegül Hanım, “hatırlıyor musun Vahit Abi,” diye devam etti, “yeni evliydim o sıra, Muzaffer sabah çıkıyor, akşama kadar yok, ev kocaman, ben bir başıma... Hep İrfan arkadaşlık etti bana.”
“Muzaffer'in tarlalar evden uzakta,” dedi Vahit Bey; eliyle bir yerleri işaret etti. “Deren'in güneyinde kalıyor.”
Barbaros Muzaffer Bey'in kanola ektiğini biliyordu.
“Evet evet,” dedi Vahit Bey, “uydu bunun aklına -kimin aklı olduğunu tabii ki anlıyorduk-, ayçiçeğini bıraktı, kanola ekiyor, biyoyakıt işine girdi.”
Öyle bir, uydu bunun aklına, demişti ki, Muzaffer Bey'in İrfan yüzünden zarar ettiğini sanacaktık. Öyle olmadığını, tam tersine, adamın yaptığı yatırımdan güzel para kazandığını anlattılar. İrfan Barbaros'a biyoyakıt ve biyoyakıt ziraatinden bahsederken anladım ki Muzaffer Bey toprak zenginliği, Vahit Bey gönül zenginliği bakımından üstündü.

O sırada Vahit Bey gürültüyle iskemlesini geri itti ve ayağa kalktı: “Hadi bakalım,” dedi, “herkes işinin başına.”


önceki / GERİ / sonraki