Olcay Bey bize bir kasa sardalye konservesi hediye etti.
Sardalye konservesi kendi markasıydı. Ton balığı
konservesinin de fason üretimini yapıyordu.
Olcay Bey, “benim kız, ton balığını da kendi etiketimizle
çıkaralım, diye tutturdu,” dedi.
“Öyle mi, ne güzel,” dedim, çünkü öyle denirdi.
Fabrikadan çıkmış arabalara doğru yürüyorduk.
“Yıllarca, ben konserveci olmayacağım, deyip durdu, şimdi,
işin sağlam ayağını bana ver, diyor. İki ayakla yürüyor bu iş, biri batarsa
öbürü nasıl dayanır, diyorum, risk analizi yaptım, diyor.”
Olcay Bey burada gururla gülümsedi. Kızıyla gurur duyuyor,
gurur duyduğu için de sanki mahcup oluyordu.
Başka şeyler de söylemek istediğini hissettiğim için, konu
kapanmasın diye, “aile işi kolay değil aslında,” dedim, “evde yemek masasında,
işte toplantı masasında... İnce ayar gerekiyordur herhalde.”
“Mezuniyetten sonra benimki baktı, pabuç pahalı; arkadaşları
iş bulamıyor, iş bulan ya parayı beğenmiyor, ya işi beğenmiyor. Hepsini bir
kaygıdır, bir karamsarlıktır yoklamaya başlamış. Benim kız demesin mi, ben çok
şanslıymışım baba, burun kıvırıp durdum ama, mezun oldum, işim hazır. Meğer ne
büyük nimetmiş, diye.”
“Ne mutlu size,” dedim, çünkü öyle denirdi.
Arabaların başında İrfan, “fazla vakit kalmadı, nasıl
yapalım,” dedi.
Yemekten önce tanışma kokteyli gibi bir şey olacaktı.
Tanışmalara doyamadık, diye düşündüm. Yerleşmek, hazırlanmak falan için de
vakit lazımdı. Oysa planın çok gerisinde kalmıştık. Bu sefer de, bu kadar işi
aynı gün yapamayacağımız zaten belliydi, diye düşündüm.
Barbaros, zeytinyağı üretim evlerini görmeyi tercih ediyordu. Zaten Ayvalık'a gittiğimizde zeytinyağı işini kafasına takmıştı. Hatta babama bir şeyler sorup durmuş, eline hesap makinesini alan babam da çarpmış bölmüş, Barbaros'a bir sürü akıllar vermiş, arkasından bana, bu çocuğun kafası çalışıyor, demişti.
Arabaya binmeden önce sonbahar ikindisine dönüp şöyle bir baktım. Yeşil gözleri, mavi saçları, serin gülüşüyle o da bana baktı.