Yazı İşleri / Çiytepe / Yirmi Yedi


“Üstüne künefe yer miyiz?”
“Dalga geçiyorsun herhalde,” dedi Neşe Abla, iskenderi ödev olarak yedim ben, sıra künefeye gelsin diye.”
“Allah her kuluna böyle ödevlerle sınanmayı nasip etsin,” dedim, künefeyi paylaşalım mı?”
“Saçma sapan konuşma. Nerede gördün benim tatlımı paylaştığımı… Bu da yeni moda…”
“Tamam ya, kızma.”
“Belki ben ortasını yiyeceğim kenarlarını bırakacağım… Belki peynirini çıkaracağım…”
“Tatlısını paylaşan milyonlarca insan yanılıyor, mu diyorsun?”
“Sayıları milyonu buluyor diye Naziler haklı, mı diyorsun?”

Bu mantıkla tuş olmuştum.

Birer künefe söyledik.
“Doğu Ekspresinde Cinayet'te Johnny Depp bile tatlısını Kenneth Branagh'yla paylaşıyor,” dedim.”

Neşe Abla bir kahkaha attı; “tatlıyı paylaşmak: 1930'lardan günümüze uzanan bir gelenek... Poirot gibi titiz bir adam, Ratchett kadar hor gördüğü birinin tabağından yiyecek! Saçmalığın dik alası!.. Bence zaten o filmin Lauren Bacall'lısı daha güzel.”
“Bence kitap, iki filmden de daha güzel.”

Neşe Abla ciddi olup olmadığımı anlamak için dikkatle yüzüme baktı ve, “bir Agatha Christie kitabı ne kadar güzel olabilir Allah aşkına,” dedi.

Haklıydı. Öte yandan, Agatha Christie Kitaplarını Sevenler Kulübü üyeleri olarak, bence onun kitapları hepimiz için başka bir şey ifade ediyordu. Boyutsuz bir arka plan eşliğinde, kâğıttan kesilmiş karakterlerin, yapay, gerçeküstü diyaloglarla konuştuğu, okuru şaşırtmak uğruna anlatıcının bile katil çıkabildiği bu polisiyeleri kendimi bildim bileli döne döne okumuştum. Bütün bu yıllar boyunca Agatha Christie, kitaplarının arka kapağındaki, yaşlılığında çekilmiş, gerdanını inci kolyesine devirdiği fotoğrafından, kafamıza soktukları İngiliz asilzadesi kalıbına uygun uzak ve soğuk bakışlarıyla hepimizi süzmüştü.

Bu fotoğraf bana, boynundaki hakiki inciler dışında bütün hayatını hakikatten uzak yaşadığını hissettirirdi. Bana öyle geliyordu ki hayat karşısındaki tutumu da bakışları gibi uzak ve soğuktu. Oturduğun evi satın alacak değerdeki bir kolyeyi boynuna takan bu yaşlı teyze Sefiller’i yazacak değildi; elbette gerçeklikten kopuk, boyutsuz polisiyeler yazacaktı.

Fakat kazın ayağı öyle değildi.

O uzak ve soğuk bakışların, Anna Karenina’yla boy ölçüşebilecek ihtiraslı bir kadının külleriyle donuklaştığını çok geç öğrendim. Agatha Christie polisiyelerine yıllarımı vermiştim ama kadının, aşk, ihanet, komplo, kıskançlık, pişmanlık sarmalında, sırtındaki şöhret yüküyle duvarlara çarpa çarpa yaşadığından haberim yoktu.

Oysa kocasına karşı hissettiği saplantı derecesindeki aşkı, sağır sultan bile duymuştu. Hele bir ortadan kaybolma numarası çekmişti ki, o genç yaşında kendini nasıl bu kadar kötü bir duruma düşürdüğünü de, sonrasında kendini nasıl yeniden kabul ettirdiğini de aklım almıyordu.

Neslihan Yargıcı, konuk olduğu bir programda, insanların içinde insanlar var, demişti. Bence daha önce duyduğu bir sözü tekrarlamıyordu; bence kendi inancını kendi sözcükleriyle dile getirmişti. Gerçekten de insanların içinde insanlar vardı. O günden sonra bunu kendime sık sık hatırlattım ama, insanların içinde insanlar olduğunu fark ettiğim her sefer gene de şaşırdım.

Olan benim Agatha Christie Kitaplarını Sevenler Kulübü üyeliğime olmuştu. Okuduğum kitapları, o fotoğrafa bakarak yakıştırdığım hayatı yaşayan kadının yazmadığını artık biliyordum. İçinde fırtınalar kopan, gözü pek, hayatla inatlaşarak yaşamış gerçek Agatha, kitaplarının benim için ifade ettiği her şeyi değiştirmişti. Çünkü ben, eserle sanatçıyı birbirinden ayıramıyor, ayırmam gerektiğine de inanmıyordum.

Benim için bir yemeğin tadı kimin yaptığına, bir gülümsemenin ya da hatır sormanın anlamı, kimden geldiğine göre değişiyordu. Bir insanın kim olduğu ve onun elinden ya da dilinden çıkan şeyler arasında, gizemli, tarifsiz, öngörülemez bir ilişki olduğunu kimse inkar edemezdi.

Olgun insanlar bu ilişkiyi görmezden gelebiliyordu. Daha da olgun insanlar, bu ilişkiyi görmezden gelmek gerektiğini iddia ediyor ve nedenlerini açıklamaya kalkıyordu. Benim gibi olgunlaşmamış ve aklına yatmayan kuramları umursamayanlarsa, bir insanın en büyük eseri kendisi olduğuna göre, eserle onu yaratan arasındaki bağlantıyı nasıl yok sayacağız, diye sormadan edemiyordu.

Benim için Agatha Christie'nin kim olduğu, onun kitaplarını okurken hissettiklerimi belirleyecek kadar önemliydi; fakat herkes için böyle olması gerektiğini savunamazdım. Zira bir kitabın (ya da bir yemeğin, bir gülümsemenin, bir hatır sormanın) bir başkası tarafından nasıl algılandığını deneyimlemem mümkün değildi.

Herkesin kendi bileceği iş, diye düşündüm.
Bu konuda çok yakında, hatta ertesi gün bir karar vermek zorunda kalacağımdan haberim yoktu.


önceki / GERİ / sonraki