Yazımın Cihanda Sağlık Terapi Merkezi'yle ilgili bölümünü yazıp bitirmeden bu konuyu arkamda bırakamayacaktım. Yemekten sonra pansiyona gelmiş, odamıza çıkmıştık. Bilgisayarı açıp masaya oturdum, çünkü yatağa girip bilgisayarı kucağıma alınca makinenin havalandırması boğuluyor, ayrıca bacaklarım pişiyordu.
Kendi izlenimlerimin ekşi tadını bastırsın diye uzun uzun Neşe Abla'nın çektiği fotoğraflara baktım. Gece geç saatlere kadar uğraştıktan sonra, Cihanda Sağlık Terapi Merkezi’ne giden yol boyunca hissettiğimiz bütünleştirici coşkuyu az çok ifade edebildiğimi düşündüğüm iki paragraf yazdım. Doktor Semih'in verdiği taşınır bellekten, şu kadar dönüm arazi üstünde, şu tarihte başlayan inşaat, şu tarihte falancanın teşrifiyle hizmete açıldı, bilgilerini aldım ve terapi merkeziyle ilgili başka bir şey söylemedim. Üstüme düşeni yapmıştım. O rahatlıkla deliksiz uyudum.
Sabahleyin mutfakta ev sahibemizin annesini gördüm; ayva reçeli kaynatıyordu. Kahvaltının sekize kadar olduğunu söyledi. Bildiğimiz sekiz mi, diye sormak yerine, tezgâha dizili şık kavanozları işaret ettim ve gülümseyerek, “ne güzel kavanozlar bunlar böyle,” dedim.
Reçelleri, tahmin ettiğim gibi, satıyormuş. O kadar fahiş bir fiyat söyledi ki, sakallı hemşireye yakıştırdığım düşünceleri hatırlamadan edemedim; teyze gerçekten de işini biliyordu.
Neşe Abla’yla, şöyle parmaklarımızı yağ içinde bırakan birer açma yiyelim, diye anlaştık; gerçi artık açmalar kâğıdı bile gönülsüz gönülsüz yağlıyordu.
Arabada Neşe Abla’yı beklerken annemi aradım.
Meğer o da ayva reçeli yapıyormuş.
“Hadi ya,” dedim.
Annem, “her sene yapmıyor muyum, ne var bunda şaşacak,” dedi
ama cevabı merak etmiyor olacak ki fırsat vermeden devam etti: “Baban da likör
yapacakmış, ayvaları bitirdiğimi görünce ayva almaya çıktı… Ne zaman
dönüyorsunuz?”
“Belki yarın,” dedim, “belki yarından da yakın.”
Emekli Profesör Ertuğrul Tunçkaya’yla işimizi vakitlice bitirirsek, el sanatları atölyelerini de birkaç saatte halledersek. belki de gece yola çıkardık.
“İyi,” dedi annem, “Neşe'ye reçel vereceğim, önce eve
uğrayın.”
Annemin sözü kanun olduğu için, gece geç gelirsek ben ertesi
gün götürürüm reçeli, falan demedim. Zaten annem için konuşmamız çoktan sona
ermişti.
Neşe Abla arabaya bindiğinde, cep telefonundan gideceğimiz
evin konumuna bakıyordum.
“Annemin selamı var, ayva reçelin hazırmış.”
“Elleri dert görmesin ama o da verdi mi üç senelik reçel
veriyor.”
“Olsun,” dedim, “sen nasıl olsa altı ayda bitirirsin.”
Birden elindeki poşette tangırdayan kavanozları fark ettim:
“Ayva reçeli almışsın!”
“Maalesef…
“O kadar parayı verdim deme!”
“Basiretim bağlandı...
“Hem de iki kavanoz almışsın!”
“Tek tek satmıyormuş.
“Niye?! Ayrı düşünce kavanozlar yalnızlık mı çekiyormuş?!”
Ertuğrul hocanın evine gitmek için kuzeye doğru şehir dışına çıktık. Apartmanlar ve dükkânlar yerini, en çok iki katlı, büyüklü küçüklü bahçeleri olan kırsal konutlara bıraktı. İlerledikçe evlerin arası da açılıyordu.
“Yaklaşmış olmamız lâzım,” dedim ve sola döndüm.
Hocanın evi ileride, soldaydı ve sokağa girer girmez burun buruna geldiğimiz normal olmayan araç ve insan kalabalığı, hocanın evine doğru gittikçe yoğunlaşıyordu. Arabayı bırakacak bir yer bulmak üzere ağır ağır evin önünden geçtim.
“Sakın bizi karşılamak için gelmiş olmasınlar,” dedim.
“Biri ölmüş,” dedi Neşe Abla.
Emekli Profesör Ertuğrul Tunçkaya dün sabah fenalaşmış, öğlen saatlerinde Hakkın rahmetine kavuşmuş, ikindiyle defnedilmişti.