Sonradan, keşke o sırada geri dönüp gitseydik, diyecektik.
Bahçeye ve eve yayılmış ziyaretçilere helva ve pide ikram ediyorlardı. Kendimizi rahmetlinin karısı Gülden Hanım'la tokalaşırken, kızı Feryal'e sarılırken, asistanı dedikleri Erdem'le tanışırken bulduk. Kızı o kadar çok ağlıyordu ki ona sarılmaya mecbur kalmıştım. Böyle ağlamaya devam ederse gözleri çıkacaktı.
Geleceğimizi biliyorlardı; bizi içeri buyur ettiler.
“Hiç girmeyelim,” dedi Neşe Abla, “haberimiz olsaydı
rahatsız etmezdik. Biz müsaade isteyelim.”
“Yok, lütfen,” dedi Gülden Hanım, “Erdem sizi Ertuğrul'un
çalışma odasına götürür, artık ne yapacağınıza bakarsınız.”
“Tabii, tabii,” dedi Erdem.
“Sağ olsun Ertuğrul'u hep hoş tuttu Erdem,” dedi Gülden
Hanım.
“Estağfurullah; hocamın bende çok emeği var, karşılığı
ödenmez,” dedi Erdem.
Adını duyar duymaz unuttuğum, aslında ilk duyduğumda da tam
anlamadığım bir üniversitenin, Çiytepe’ye bir saat uzaklıktaki Doğa Bilimleri Yerleşkesi’nin
biyoloji bölümünde doktor olduğunu söyledi. Orada yaşıyordu ve fırsat buldukça
eski hocasının çalışmalarına destek oluyordu.
“Şöyle buyrun, çalışma odasına geçelim,” dedi.
Neşe Abla Gülden hanıma dönmüştü: “Hiç olmadı böyle dedi,
bilseydik...”
“Size haber vermeyi düşündük ama Ertuğrul ziyaretinizi dört
gözle bekliyordu, dedi Gülden Hanım.
Feryal sessiz sesiz hıçkırarak ağladığı bir krize daha
kapıldı.
Kadın, “berberi memleketten dün dönecekti, size bugüne
randevu verdi ki karşınıza saç tıraşı olmadan çıkmasın diye,” devam etti.
Feryal bunu da duyunca hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı;
elleriyle yüzünü örtüp koşarak gitti ve kendini banyo olduğunu tahmin ettiğim
bir yere kapattı.
“Çok düşkündü herhalde, dedim.
“Konuşmuyorlardı,” dedi Gülden Hanım, “üç seneyi geçiyor,
baba kız küstü birbirine.”
Ağzımı açtım, geri kapadım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Üstünde kalan ağır yük kızcağızı kahrediyor olmalıydı.
Gülden Hanım, “ne kıymetli damatmış anlamadım ki,” diye devam etti, “kız boşanacağım, dediği günden beri, sanki bunun beyninde kıl döndü, yok hakkımı helâl etmem, yok cesedimi çiğnersin…”
Gülden Hanım, hiç tanımadığı insanlara, tabiri caizse, kusar gibi içini dökebilmenin konforuna ve cazibesine kapılmıştı. Ev dolup dolup boşalırken donuk bir ifadeyle taziyeleri kabul ediyor, ayrılanları uğurluyor, aralarda da ürkütücü bir soğukkanlılıkla söyleniyordu.
“Kızı küstüreceksin, dedim, bırak, boşansın, işi var gücü var, kendine sahip çıkar, dedim, dinletemedim, damada toz kondurmadı, elin adamı uğruna kızıyla restleşti… Ne oldu… damat cenazede yok… beyefendi Tayland'da dünyayı kurtarıyor.”
Feryal yanımıza gelmişti. Elini yüzünü yıkamış, saçını başını düzeltmişti ama uzun süreceğini sanmıyordum.
Gülden Hanım çenesiyle kızını işaret etti; “bunun oğlu da Miami’de dünyayı kurtarıyor. Gelecek de annesine bir faydası dokunacak diye ödü kopuyor. Telefonda bir pişkin pişkin konuşması var ki mümkün değil anneanne, mümkün değil anneanne diye...”
Bunun arkasından şöyle güzel bir, babası kılıklı, iyi giderdi ama annesinin nefes almasını fırsat bilen Feryal araya girdi ve oğlunun mümkün değil mümkün değil derken, deney sonuçları çıkmadan buradan ayrılmam mümkün değil, demek istediğini söyledi.
Gülden Hanım, fesuphanallah ve, sen onu benim külahıma anlat, arasında gidip gelen bir anlama gelecek şekilde kafasını çevirip, ziyaretçiler yeteri kadar yiyip içiyor mu diye kolaçan etmeye gitti.
Feryal gururla, “doktorasını yapıyor,” diye ekledi.
“Ne mutlu,” dedim, “dedesi gibi bilimadamı olacak.”
İyi bir şey söylediğimi sanıyordum ama Feryal’i ağlatmıştım.
Elini tuttum, “kendini harap ediyorsun,” dedim, “toparlan
biraz… Senin, annene destek olman lâzım.”
Feryal hayretle yüzüme baktı. Şaka yapmadığımı anlayınca
gözyaşları, hatta damarlarındaki kan bile birden kurudu; gözleri, bilginin
acımasız keskinliğiyle bir an parlayıp söndü.
“Sence annem herhangi bir desteğe ihtiyacı varmış gibi mi
duruyor,” dedi.
Nereye bakacağımı bilemedim. Neyse ki Gülden Hanım
söylenirken ortalıktan toz olan Erdem, birdenbire yanımızda bitiverdi.
“Geçelim mi hocanın odasına,” dedi.