Alınganlık ediyordum, çünkü benim yemek fotoğrafı düşkünlüğüm çok eskilere, cep telefonunun, internetin, TRT dışında radyo ve televizyon kanalının olmadığı yıllara kadar gidiyordu.
Lisedeydim. Dergide gördüğüm küçücük bir çorba fotoğrafı aklımı başımdan almıştı.
Fotoğraftaki çorba, bir midye çorbasıydı. Oldum olası deniz
ürünlerini sevmezdim. O kadar ki, balık tutan insanların yanından geçerken bile
kokudan rahatsız olurdum.
“Bilmez miyim,” dedi Neşe Abla.
Fakat çorbanın koyu sarı renginde, bir kısmı saydam olmayan bu sarı sıvının yüzeyinden dışarı çıkmış, ağızları açık duran siyahlı morlu midye kabuklarında, kabukların arasından görünen üstü siyahlı morlu damarlı çorbanın suyu gibi sarı, ama daha koyu tondaki midyelerde, tabağın geniş kenarlı çukurluğunda ve parlak inci beyazında, gözlerimi alamadığım bir bütünlük görüyordum.
“İşte,” dedim Neşe Abla’ya, “yemek fotoğrafı sevgim böyle başladı; asla yemek istemediğim bir çorba fotoğrafıyla.”
“Senin dergide gördüğün o fotoğrafı muhtemelen işini bilen biri çekmişti,” dedi Neşe Abla.
“Ne önemi var ki, ha işini bilen biri çekmiş, ha ilkokul arkadaşım Instagram'a koymuş; benim derdim güzel fotoğraf, çirkin fotoğraf değil.. Biri çıkıyor, abuk subuk bir şey söylüyor, herkesten farklı olma, kışkırtma ve, nasıl söylesem, bu kadarını bile düşünemiyorsan neye yararsın ki, havasında, üstünlük kurma hevesiyle, işte benim böyle ezber bozan yenilikçi fikirlerim var, diye bayrak çekerek saçmalıyor. Biz de onu nimetten sayıyoruz. Neden biliyor musun… Davranışlarına anlam veremediğimiz şahsiyetlerin aydın kişi olduğunu sanıyoruz. Çünkü aydın kimdir, tanımıyoruz. Deliyi, meczubu, fırsatçıyı, teşhirciyi, aydın kişiyi birbirinden ayıramıyoruz. Diyelim, adamlar ellerinde sopalar, gözleri dönmüş, üstüme yürüyor. Tam kendimi savunacağım, biri çıkıyor, bir dakika, diyor, bu sopaların zarar verme gücünü bilmiyoruz… kaç adımda yanına gelecekler, bilmiyoruz… dış görünüşlerine bakıp niyetlerini anlayamayız ki… Bence davranışlarının arkasında soylu gerekçeler var. Sen, ellerindeki sopalarla beyninin pekmezini akıtmak istediklerini sanıyorsun ama hepsinin istediği dostluk, kardeşlik, eşitlik, demokratik haklar.”
Nihayet Neşe Abla’yı güldürmeyi başarmıştım.
“Anlıyorsun değil mi,” dedim, “ortaya attığı fikir o kadar saçma ki, bu saçma fikri savunma cüreti o kadar edepsizce ki, deli desen değil, meczup desen değil. Fırsatçı desen hiç değil, gözünün önündekini inkar etmek için gözünü kapayandan, makul olanı anlayamayandan fırsatçı olur mu, olmaz… Bir türlü tanıyamayınca, bu uyurgezerin olsa olsa, tırnak içinde, bir aydın, olduğuna karar veriyorsun. O sırada adamlar seni dayaktan öldürüyor.”
“Ay bitti mi şekerim,” dedi Neşe Abla, “hadi yeter artık.”
“Yetmez ama evet,” dedim.
“Ayrıca,” dedi Neşe Abla, “farkındaysan aydınlara söz hakkı
doğdu.”
“Farkındaysan, tırnak içinde aydın, dedim.”
“O zaman, tırnaklı aydınlara söz hakkı doğdu,” dedi Neşe
Abla.