Sonbaharın her şeyi yumuşatan ve yatıştıran bakışları altında doğuya doğru yol alıyorduk. Tırmanma şeridine yayılmış iş makinelerinin ve işçilerin yanından geçerken Neşe Abla fotoğraf çekmek istedi. Arabayı güvenli bir şekilde kenara çektim ve yanında dikilip onu tedirgin etmemek için arabanın içinde beklemeye başladım. Neşe Abla gölgeyi, ışığı, açıyı değiştirmek için kontrollü geçiş verilen yolda ileri geri gidip gelerek aşağı yukarı kırk beş dakika uğraştı. Spor ayakkabı ve yünlü kumaştan çiçek desenli bir elbise giymişti.
Arabaya binmesini bekledim ve, “fotoğraf çekerken bir başka güzel
oluyorsun Neşe Abla,” dedim.
“Sağırlar sığırlar birbirini ağırlar,” dedi; “kusura bakma
uzun sürdü.
“Senin güzelim fotoğrafların için buralara geldik,” dedim, “Çiytepe
hakkında yazıyı ben evden çıkmadan da yazarım.”
“Bilmez miyim, yapmadığın şey değil.”
Uzun bir süre daha tırmanmaya devam ettik. Oldukça yükseğe çıkmıştık. İnişten önce karşımıza gösterişli bir dinlenme tesisi çıktı. Durmaya niyetimiz olmadığı halde yan yana dizilmiş fabrika satış mağazalarını görünce derhal fikrimizi değiştirdik. Neşe Abla Eralp için mağaza etiketinin üçte biri fiyatına şahane bir kaban aldı. İçimiz giderek uzun uzun hem şık hem rahat olan ortopedik ayakkabı modellerine baktık ama sadece cüceler ve travestiler için numara kalmıştı. Pantolonlara baktık, kazaklara baktık, hırkalara baktık, gömleklere baktık. Sonra dönüp biraz daha baktık. Neye baktığımızı ve ne gördüğümüzü anlamayacak hale gelince oturup birer kahve içelim, dedik. Araç trafiğinin arkasındaki kel tepeleri seyreden bir masaya oturduk.
Tepelere çıkan toprak bir yol vardı. Milyonlarca araç, milyarlarca insan karayolundan geçip gidiyordu. Birileri de bu toprak yoldan gidiyordu. “Neşe Abla,” dedim, “şu toprak yolu görüyor musun? Şimdi seninle oradan basıp gitsek. Bir köye, taş ocağına, tarlaya, çiftliğe, illâ ki bir yere gidiyordur. Basıp gitsek. Yol nereye çıkıyorsa orada yaşamaya başlasak . Var ya, seninkiler kafayı yer.”
Neşe Abla basıp gitme fikrine itiraz etmedi de, “seninkiler
sanki kafayı yemez, şaşkın,” diye itiraz etti.
“Yok ya,” dedim, “niye kafayı yesinler. Üç gün üzülürler,
beş gün üzülürler, sonra başlarının çaresine bakarlar. Seninkiler tuvaletten
çıkınca donlarını toplayamaz. Haaa, benimkiler bir de bana kızar; kaç yaşında
kız, kendine sahip çıksaydı da kaybolmasaydı, diye.”
Neşe Abla toprak yola dalıp gitmişti. Neden sonra, “telefonların
pilini çıkarsak bile izimizi buraya kadar sürerler,” dedi, “içlerinden mutlaka
bir sivri zekâlı çıkar, amirim şurada toprak bir yol var, der.”
“Elleriyle koymuş gibi bizi bulurlar” diye tamamladım.
Sonra aklımıza eski ve güzel bir numara geldi. Telefonları yakıt pompalarının ilerisine park etmiş tırlardan birinin bir yerine sıkıştırıp, bizi bulmak isteyenleri tırın peşine takarak yanıltabilirdik. Ama kim bilir etrafta kaç tane kamera vardı, birinden birine mutlaka yakalanırdık. Fabrika satış mağazalarına dönüp, iki telefonu iki ayrı müşterinin çantasına atıversek, dedik. Bu sefer de hem dükkân kamerasına, hem müşterilere, hem tezgâhtarlara yakalanma riski vardı.
“Yol çalışmasının olduğu yere dönelim ve iş makinelerine
sıkıştıralım,” dedim.
“Karayolları bakanlığa bağlı,” dedi Neşe Abla, “bakanlıkla
başımızın derde girmesini istemeyiz.”
Sonunda, ortadan kaybolmak için sihirbaz olmak gerektiğine karar verdik.