İstanbul'dan çıktığımızda Eralp daha yataktan çıkamamıştı.
Makine mühendisliğinde okuyan bir çocuğun bütünleme sınavına gireceği gün bir türlü uyanamadığını, annesinin telefonlarını açıp, tamam, deyip geri uyuduğunu, diyelim, Er Alp'i Uyandırmak, diye bir filmde görseydim şöyle düşünürdüm: Bu o kadar saçma bir sahne ki, ancak gerçek olabilir.
İzmit’i arkamızda bıraktığımız sırada Neşe Abla'ya bunları anlatıyordum. “İşte dergiye de böyle yazıyorsun, sonra da yazı işleri bir kamyon düzeltme istemiş diye bozuluyorsun,” dedi, ”dolandırmadan söylesene, Neşe Abla bu çocuğu tepene çıkardın, o da şimdi tepende tepiniyor, diye.”
Neyse ki kız arkadaşı kapıya dayanmış, onu içeri almak zorunda kalınca da Eralp Paşa'nın uykusu açılmıştı. “Biz terbiye edemedik ama el kızı hizaya getiriyor,” dedi Neşe Abla.
Eralp'in hizaya falan gelmeyeceğini Neşe Abla da biliyordu. Hayatı boyunca sevenlerine maddi manevi yük olacak insanlar ordusuna bir nefer daha kazandırmışlardı. Bana neydi, değil mi. Ben de, bana ne, diyordum ama şeytanın avukatı mı yoksa kendisi mi olduğunu anlamadığım bir ses, bu tür bir bencilliğin, hayatta kalmak ve soyunu sürdürmek için mükemmel bir özellik olduğunu söylüyor, doğumdan sonra öğrenilmiş değil mutasyon sonucu edinilmiş olması gerektiği sonucuna varıyordu. Eralp gibi organizmalar Neşe Ablalar'a yapışıp ortak bir yaşam formu kuruyordu. Muhtemelen Neşe Abla, çok garipsediğim bir sabırsızlıkla kucağına almak istediği torunlarının da sorumluluğunu üstlenecekti.
“Dünyanın sonunu görebiliyorum Neşe Abla,” dedim, “bir
gezegen dolusu yetişkin insan güne başlamak için annelerinin arayıp onları
uyandırmasını bekliyor.”
“Tabii anneleri de Hakk'ın rahmetine kavuşmuş,” diye
tamamladı Neşe Abla.