“Geldim ben, aşağıdayım,” dedim telefonda.
“On beş dakika ver bana.”
“On beş dakika senin köpeğin olsun Neşe Abla,” dedim ve
yolluk diye aldığım simitlerden birini yemeye başladım.
Susamları dökülmesin diye poşetin içine doğru yiyordum çünkü araç kiralayamamış, babamın arabasını almak zorunda kalmıştım ve babamın simit susamlarıyla ilgili kesin kuralları vardı. Derginin de kesin kuralları vardı; anlaşmalı olduğu şirket dışında kiralayacağımız araçların masraflarını cebimizden karşılamak zorundaydık. Sonuçta dergi de bir National Geographic değildi. Bu yüzden, son dakika işi var, gider misiniz, diye aradıklarında, Neşe Abla'dan önce derginin anlaşmalı olduğu araç kiralamayı aramış, maalesef elimizde araç yok, cevabını almıştım. Sayısı fazla olmasa da benim de kesin kurallarım vardı ve bunlardan biri de, son dakika işinden alacağım üç kuruşu araç kirasına verecek değilim, şeklindeydi. Bu durumda geriye, Babam Sağ Olsun, seçeneği kalmıştı.
Neşe Abla'yı beklerken kalacağımız pansiyonu ayarladım. Hatta telefon edip ev sahibemizle tanıştım. Geziler sırasında özellikle yerel işletmeleri tercih ediyor, yazılarımda da mutlaka isimlerini anıyor, övüyor, tavsiye ediyordum; bu konuda dergidekilerle aynı fikirdeydik. Nerede yeriz, yollar nasıl, yağış var mı, diye cep telefonumu kurcalarken Neşe Abla'nın apartmandan çıktığını gördüm. Poşetin içine doğru yediğim simidi poşetin içine kaydırıp bıraktım, içeriden bagajı açtım ve arabadan indim.
Neşe Abla daha uzaktan, “kusura bakma,” diye seslendi. Fotoğraf gereçlerini koyduğu çantayla valizini elinden almaya çalışırken, “aşkolsun,” dedim, “ne acelemiz var.”
Neşe Abla çantalarına sıkı sıkı yapışmıştı. “Bırak, bırak,”
dedi ve elime ufacık bir şey tutuşturdu. “Sen şunu al.” Son dakika işi çıkmış,
benimle gelebilecek misin, demek için aradığımda telefonumu kapatıp hemen börek
yapmıştı. “Arabada yeriz,” dedi.
“Tamam, tamam,” dedim, “Sen şu çantaları bir bırak da.”
“İnat burcunda doğmuşsun kızım sen.”
“Ben de simit almıştım. Senin börekleri koklayınca hepsi
ağlamaya başlayacak.”
“Boş ver simiti, susamları dökülüyor.”
“Aşkolsun Neşe Abla ya, ben temizlettiririm arabayı, sen
rahatına bak.”
“Aferin kızım, şurada üç kuruş para alıyorsun, onu da çarçur
et.”
Kendisi de üç kuruş para alıyordu. Üstelik onun delikanlı
bir oğlu ve varlığıyla dünyayı şereflendirdiğini düşünmek dışında neyle
uğraştığını bir türlü çözemediğim bir kocası vardı. Hem onları çekip çevirir,
hem ben dahil hayatındaki herkese yetişir, iki dakikada da börek yapardı. Bir
kere olsun yakındığını duymamıştım. Ona arada bir, senin dünyadaki en iyi insan
olabileceğinden kuşkulanıyorum, derdim. O da bana, ayıp değil mi evlâdım,
derdi, bu yaşına gelmişsin büyüklerinle alay etmemen gerektiğini öğrenememişsin.
Arabaya binerken, “farkındaysan konu ne olursa olsun sohbet dönüp dolaşıp benim üç kuruş para almama dayanıyor,” dedim. Kapıları kapamış, emniyet kemerlerimizi çekiştirmeye başlamıştık.
Arabayı çalıştırdım, sinyal verdim, dikiz aynasına baktım.
Yolu bir de solumdan arkama dönerek kontrol ettikten sonra, “düzeltiyorum,”
dedim, “konu ne olursa olsun sohbet dönüp dolaşıp ya benim üç kuruş para almama
ya da senin bana birini ayarlama hevesine dayanıyor.”
Neşe Abla'nın bana cevap yetiştirmek yerine telefonu kulağına dayamış beklediğini görünce önüme döndüm. U dönüşü yapmak üzere sola yanaşıp sinyal verdim, İstanbul'dan çıkmak üzere geldiğim yola girdiğim sırada, bant kaydı Neşe Abla'nın telefonundan, aradığınız kişi, diye araya girdi. Hiç vakit kaybetmeden yeniden aramaya basmıştı. Merak ettiğimi anladığı için, “Eralp,” dedi.
“Ha,” dedim, “sınava girecekti bugün.”
“Yataktan kalkabilirse girecek,” dedi.