Bilimadamlarının, muhtemelen bazıları da İsviçreli olan bilimadamlarının yaptığı şöyle bir deney vardı:
Her yöne gidebilen basit bir robot tasarladılar. Robot nerede bir enerji kaynağı algılarsa (herhalde, bilimadamı oldukları için priz demek istemediler), yaklaşıp kendini şarj edecekti. Robota başka bir komut daha verdiler: Belli bir dereceden, diyelim, santigrat olarak 25 dereceden daha yüksek sıcaklıklardan uzak duracaktı.
Önce robotun tasarlandığı gibi çalıştığını gözlemlediler; yani, elektronik cimcime priz bulunca şarj oluyor, sıcak yerden uzak duruyordu. Sonra sıra, sıcaklığın yüksek olduğu yerdeki prizi algılayınca robotun ne yapacağını gözlemlemeye geldi.
Böyle basit ve anlaşılabilir şekilde başlayıp sonradan karmaşıklaşan durumlar, bende ağlama isteği uyandırıyordu. Yazık değil miydi o robota... Ne yapacaktı şimdi... Arabanın anahtarlarını mı verecekti, yoksa terapi merkezine mi güvenecekti.
Neşe Abla'nın, hiçbir hayvanı çağrıştırmayan oyuncağa bakıp, rahmetli Haydar enişteme benziyor, dediği sırada, Doktor Semih'in söyledikleri kulağımıza geldi.
“Ayhan Beyciğim,” diyordu, “hatları tamir ediyorlar, diyorum... Kusura bakmayın ama veremem...”
Sesi yalvarır gibi çıkıyordu, çünkü Ayhan Bey, tedavi merkezindeki, adım başı dikilmiş ve herkesin kullanımına açık olan telefonların, hava koşulları nedeniyle arızalandığını, ekiplerin şu anda tamir etmekle uğraştığını, Doktor Semih'in kendi cep telefonunu elbette veremeyeceğini, aksi takdirde yüzlerce hastanın ondan cep telefonunu isteme hakkı doğacağını anlamak istemiyordu.
Köfteler gelmişti ama ne yiyor ne içiyorduk. Varsa yoksa rakıya şöyle bir dudağımızı değdiriyor, iyice ısındığını anlayıp lüp lüp buz atıyor, anasonun yüzmeye başlamasını, bardağa bulaşmasını seyrediyorduk.
Anahtarları vermemiştim ve Sinem Sungur beni, bakışlarındaki hayal kırıklığıyla ve yazıklar olsun diye haykıran hor görmeyele cezalandırmıştı. O kadar zavallıydım ki burnumun ucundaki komployu bile tanıyamıyordum. Her yol ayrımında otoriteyi seçecek kadar vizyonsuzdum.
“Saçmalama,” dedi Neşe Abla, “o bakışlarda öyle bir şey
yoktu, bayılırsın her yerde felsefi önermeler görmeye. Kadın kim bilir hangi
ilaçların etkisi altındaydı ve kabul et, o bakışlarda bastırılmış bir maniklik
vardı.”
“Şimdi ne yapacağız peki,” dedim, “anahtarı verseydim,
kadını götürüp babasına teslim ederdik, derdini ona anlatırdı, kafamız da rahat
ederdi.”
“Bak hâlâ saçmalıyor. Dört-beş saat içinde Sinan Sungur’a
ulaşabileceğimiz dünya hangi dünya acaba. Kadını zaptedilebileceğimizi nereden
çıkardın acaba. Ayrıca kadın bizimle beraberken başına bir şey gelirse hesabını
nasıl verirdik acaba.”
Haklıydı.
“Haklısın,” dedim, “ya orada kalırken başına bir şey
gelirse?”
Bunun hesabını kim verecekti?