El Dorado gerçekten var olsaydı ve şehrin bir kapısı olsaydı, Çiytepe Cihanda Sağlık Terapi Merkezi'nin arazisine girerken karşımıza çıkan kapıyı aynı ustaya yaptırmışlar, derdik. Arabayla bir kilometre kadar gittikten sonra bir görevli bizi durdurdu. Randevumuz olduğunu söyledik.
İleride, soldaki koruluğu işaret ederek, “aracınızı oraya
park edin,” dedi.
Ağaçlardan görünmez olmuş doğal otoparkı ancak o zaman fark
ettik.
“Tatillerimi burada geçirebilirim,” dedim.
“Bütün ömrümü burada geçirebilirim,” dedi Neşe Abla.
Arabadan indik. Gruplara ayrılmış hastalar, temiz dağ
havasında egzersiz yapıyordu. Yoga, meditasyon, aerobik, step, pilates, doğrusu
iyice düşünüp taşınmadan hangisinin ne olduğunu ayırdedemediğim faaliyetlerine
şöyle bir bakmak bile içimde onlara katılma isteğini uyandırmıştı.
“Benim de,” dedi Neşe Abla.
Grupları yönlendiren hocalar parlak mor kıyafetleriyle, farklı pastel renklerdeki şık pijamalar giymiş olan hastalardan ayrılıyordu.
“Hasta demiyoruz yalnız,” dedi bizi ana binanın girişinde karşılayan parlak mor kıyafetli doktor.
Yakasında Doktor Semih Güzelsoy yazıyordu, düzgün dişleri, yapılı bir vücudu, pahalı bir saç tıraşı vardı ve belli ki soyadının hakkını verdiğini düşünüyor, bununla da gurur duyuyordu.
“Hasta demiyor muyuz,” dedim.
“Hepsi bizim misafirimiz,” dedi, “şöyle buyurun lütfen.
Bizi yönlendirdiği gibi girişin sol tarafında kalan koridor boyunca yürümeye başladık. Sağ tarafımız ahşap panellerle kaplıydı ve panellerin arasına, idare ofislerinin zarif plakalarla işaretlenmiş kapıları dizilmişti. Solumuz boydan boya camdı; cam duvar yükseldikçe sağa doğru kavisleniyor, tavanın bir kısmından gökyüzüne doğru bakabildiğimiz yarım kubbe şeklini alıyordu. Yemyeşil çimenleri, yürüyüş yollarını, alt katlarında kafeteryalar, verandalar, camekanlı çiçeklikler olan iki katlı blokları seyrederek yürüyorduk.
“Buradaki herkes sağlıklı diyorsunuz yani,” dedim.
“Biliyorsunuz,” diye başladı Doktor Semih, “sağlıklı olmanın
tanımı ve sağlığın ne olup olmadığı, neredeyse felsefenin bir dalı haline
gelecek.”
İnsanlara, saçmalıyorsun, demek gereken zamanlar vardı ama medeniyet henüz o kadar gelişmemişti. Üretim araçları kimin elinde olursa olsun, şimdilik hiçbir toplumsal yapı böyle bir açık sözlülüğü taşıyacak kadar sağlam değildi. Biliyorsun, diyordu ama, sen nereden bileceksin, demeye getiriyordu. Çünkü asıl kendisi gayet iyi biliyordu ki, karşısındaki ona asla, neden lâfa biliyorsun diyerek başlayıp beni küçük görüyor, horluyorsun, demeyecekti.
Bunları daha önce Neşe Abla'ya söylediğimde, “abartıyorsun, bunlar hep ağız alışkanlığı,” demişti. Doğru, ağız alışkanlığıydı. Yayla Padişahı Kara (aslında: Kavat) Abuzer'in Oğlu Sülük Ağa da, savcıdan emniyet amirine kadar herkese ağız alışkanlığıyla, teres, deme alışkanlığındaydı ama bir gün biri çıkmış, ağzının payını vermişti. Neyse, dedim kendi kendime; bugün o gün değildi.