Kraliçe'nin Ziyareti

Odama girmek üzereyken bizimkiler yolumu kesti. "Efendim," dediler ve bir suskunluk oldu. İçlerinde en cesur olanı, "Kraliçe geldi," diye tamamladı, "odanıza aldık."
"Mesele neymiş," dedim. Çünkü bir mesele olmasa kimse buralarda dolaşmaz, hiçbir hücre bir amacı olmadan hareket etmezdi. Kulağa fazla Makyavelci gelse de biyolojik dünyada işler böyle yürüyordu.
"Soramadık," dediler, "meseleyi yani."
"Raporları kontrol ettiniz mi," dedim.
"Hiçbir aksaklık yok," dediler.
Kraliçe geldiğimi duymasın diye dikkatle özel kalemimin odasına girip kapıyı kapadım ve istihbaratı aradım.

"Bir iyiliğe ihtiyacım var," dedim.
İstihbarattaki muhbirim, "iyilik yapmayı sevdiğimi biliyorsun," dedi.
"Biliyorum," dedim.
Derdinin iyilik yapıp cennete gitmek olmadığını, verdiği bilgi karşılığında hücresine şeker göndermemi beklediğini de biliyordum.
"Ne öğrenmek istiyorsun," dedi.
"Kraliçenin canını ne sıkmış olabilir?"
"Hmmm... Bilmem ki."
"Bilmeyeceğini biliyorum," dedim sakin olmaya çalışarak, "raporlara bir bakar mısın lütfen."
"Bakarım tabii. Şeker geldikten sonra istediğin her rapora bakarım."
"Göndereceğim," dedim, "Kraliçe odamda oturmuş beni bekliyor. Anlayacağın acelem var."
"Benim yok. Bütün gün rapor dosyalayıp ön kortekse, amigdalaya, hipokampusa ve Gri Hücre Sektör 1'e gönderiyoruz. Çok sıkıcı."
"Sözümü tutmadığımı hiç gördün mü," dedim.
"Sözünü tutmadığını hiç görmedim. Bunun için bana teşekkür etmelisin, çünkü şeker göndermeden sana hiç bilgi vermedim; başka bir deyişle sana hiç sözünü tutmama fırsatı vermedim."
Bir süre sessiz kaldım. Nasıl sırıttığını tahmin edebiliyordum.
"Şu anda yapmak üzere olduğum şeye beni mecbur bıraktığını belirterek," dedim, "meseleye bir de şöyle yaklaşayım: Sen Kraliçenin canını ne sıkmış olabileceğini öğrenmek için raporlara bak, ben de her raporun bir kopyasını Gri Hücre Sektör 2'ye gönderdiğini kimseye söylemeyeyim."
"Güldürme beni," dedi ama sesi gülebilecekmiş gibi gelmiyordu. "öyle bir şey yaparsan Sektör 2 alt üst olur."
"Sektör 2 alt üst olursa," dedim, "ne olur biliyor musun, konu benim önüme gelir, Komisyonu toplarım ve raporları senden alan yargıçları tasfiye ederim. Yargı bağımsızdır. İstihbarat bilgilerine göre karar veremez. Gri Hücre sektör 2'de, yani Yargıçlar Katı'nda böyle bir operasyon zaman alacaktır tabii. Oysa ilk iş olarak seni görevden almak benim için hiç sorun olmayacak."

Onu görevden almak gerçekten de benim için sorun değildi ama Sektör 2'deki Yargıçlar'a, tıpkı Sektör 1'in Kâhinler'ine olduğu gibi, hiçbir şey yapamazdım. Ayrıca yargıçlar istediği yerden istediği bilgiyi alabilirdi. Yargı bağımsızdır, demek çok havalıydı ama aynı bedene takılmışken, bağımsızlık kadar yersiz bir talep ve işlevsiz bir ülkü olamazdı. Bu fikirleri kendime sakladım; biz de burada, her yerde olduğu gibi, kendi fikirleri olanlara biraz tuhaf bakardık.

İstihbarattaki muhbirim fazla uzatmadan, "bekle," dedi ve biraz sonra Kraliçe ve departmanı hakkında kargaşa ya da aksilik bilgisi veren hiçbir rapor olmadığını söyledi.

"Teşekkür ederim," dedim, "neden biliyor musun, çünkü medenî davranışlar dost ve fırsat kazandırır. Ve sana şeker göndereceğim. Bunun nedenini de söyleyeyim, çünkü karşılıksız iyilik yapmak cennete bilet kazandırır."
Bütün bu beden cehennemde yansa da, en sağduyulu, en çalışkan ve en sadık hücre olarak tek başıma cennete gidebileceğimi düşündüm. Hemen arkasından, keşke cennete inansaydım, diye düşündüm ve heyecanlı bir telâşla Kraliçenin beni beklediği odama daldım.

"Ah Kraliçem," dedim en yüksek sesimle, "sizi görmek her zaman bir zevk. Ama sizi burada ağırlamak, ah, başlıbaşına bir onur."

Kucaklaştık, havaya doğru mucuk mucuk, diyerek birbirimizi öper gibi yaptık.
"Size bir şey ikram etmedi mi bizimkiler," dedim; sesimin hemen oracıkta birkaç adamımın kellesini alacakmış gibi çıkmasına özen gösterdim.
Giysilerini savurup hışırdatarak oturduğu koltuğa yerleşen Kraliçe eliyle boşluğa bir boş ver işareti çizdi ve, "neler oluyor kuzum, nedir bu rezalet," dedi.

Bir an bütün gerçeği söylemek istedim. Hayatın kendisi bir rezillik. Kaybedeceğin garanti edilmişken canla başla, en acıklısı da heves ve umutla böyle büyük bir mücadeleye girmek rezaletin ta kendisi. Hayata tutunmak zor. Hayata tutunduktan sonra bırakmak zor. Hayatın kendisi, insanlık onurunu inciten bir rezillik. Demek istedim.

Aslında Kraliçe'nin hangi rezaleti kastettiğini de bilmiyordum. Zira ben nereye baksam rezillik görüyor, kimi dinlesem rezalet duyuyordum. Eklem sıvılarından, deriye, sinüslerden retinaya, keratini, iliği, kapakçığı, karıncığı, boşluğu, düğümü, diski, kirişi, kanalı, sapı, soğanı, çekici, örsü, üzengisi, hepsi iş başındaydı ve rezalet kaçınılmazdı.

"Ah Kraliçem, hiç sormayın," dedim ve kafamı sağa sola sallayarak acı acı gülümsedim. Zaman kazanmaya ve Kraliçe'nin derdini anlamaya çalışıyordum ama işe yaramadı.
"Soruyorum," dedi Kraliçe ısrarla, "soruyorum, nedir bu rezalet?"
"Görüyorsunuz," dedim, "gecemizi gündüzümüze katıyoruz. Ne tatilimiz var ne vardiyamız. Gene de herkes şikâyetçi. Kimseyi memnun edemiyoruz. Emekliliği iple çekiyorum, ona da hanım itiraz ediyor. Ben bütün gün seni ne yapayım evde, diyor."

Kraliçe benim çalışma tampomla da kişisel çıkmazlarımla da ilgileniyormuş gibi görünmüyordu. Öne doğru eğildi, hafifçe koluma dokundu ve, "bak," dedi, "herkes her yerde konuşuyor. Ben, her departmanın yaptığı işe saygı duyarım. İşini gerektiği gibi yapan her hücre benim gözümde en önemli hücredir."

Bunun arkasından bir, ama, gelmesini bekliyordum.

"Ama herkes konuşuyor," dedi Kraliçe arkasına yaslanırken, "herkes her yerde, en önemli işi kendinin yaptığını söylüyor. Hak ettiği itibarı göremediğinden yakınıyor. İşi bırakarak ya da yavaşlatarak ne kadar önemli bir iş yaptıklarını kanıtlamayı düşünenler var! Buna inanabiliyor musun!"

Elbette inanamıyordum ve doğrusu çok endişeleniyordum fakat Kraliçe'nin bu teatral öfkesi de beni endişelendirmişti. Üst üste attığı bacaklarından yukarıda kalanı sallamaya başlayan ve etek hışırtıları eşliğinde odada bir rüzgâr çıkaran Kraliçe, "herkes birden kör, sağır ve aptal olmuş olabilir mi," dedi.

Olasılık mühendisliği bilgilerimi zorlayıp bunun mümkün olduğunu, hatta yeteri kadar deney yapılırsa kapalı bir kaptaki akışkan moleküllerinin kaba yayılmadığını, kabın köşesinde biriktiğini gözlemenin bile mümkün olduğunu söylemeyi düşündüm. Oysa Kraliçe bir cevap istemiyordu. Kraliçe konuşmak istiyordu.

"Size soğuk bir şeyler ikram edeyim mi Kraliçem?"
"Sen bana şuradan bir cam aç," dedi Kraliçe ve nereden çıkardığını fark etmediğim bir yelpazeyi zarif bir bilek hareketiyle savurup yaydı. Cam açmak için ayağa kalktığımda, "hiçbir iyilik cezasız kalmıyor gerçekten," dedi, "bu da benim mütevaziliğimin cezası."

Telaşla yerime oturdum ve, "Kraliçem neler söylüyorsunuz, sizi cezalandırmak kimin haddine," dedim.
"Haddini bilmek, eski güzel günlerde kaldı," dedi Kraliçe, "ben hiçbir zaman departmanımı ön plana çıkarmadım. Buna gerek görmedim, çünkü bu zamana kadar hep (yelpazeyi başka bir zarif bilek hareketiyle kapadı) mesai arkadaşlarımızın kadir bilir olduğuna inandım. Kıymetimizi biliyorlar ve emeğimizi takdir ediyorlar sandım. Şimdiye kadar bunun aksine dair bir kanıta da şahit olmadım. Bu yüzden mütevazi davrandım. Hiçbir ayrıcalık beklemedim. Departmanım diğer sıradan birimlerle aynı muameleyi görüyor diye alınganlık göstermedim. Sizlerden biriymiş gibi adamlarımla birlikte aranızda yaşadık. Mütevaziliğimizin sırrı neydi biliyor musun, onur, vefa ve sadakat. Diğerleri bizden onur, vefa ve sadakat dışında bir şey görmedi. Şimdi de onursuz, vefasız ve sadakatsiz davranarak bizi cezalandırıyorlar."

Kahkahası, karşıma kaya gibi diktiği sözlerine çarptı, kırılarak köpüklendi ve tüylerimi diken diken etti.

"Ama ben bu oyuna gelmeyeceğim," dedi Kraliçe, "herkesin en büyük düşmanı kendi kibridir ve ben kendi kibrime yenik düşmeyeceğim."

Gözlerini bana dikmişti. Beni tutuşturmak isteyen bakışlarının gözümdeki merceği hedef aldığını hissedebiliyordum. Elime dümdüz, katlanmamış, ilgiliye, diye başlayan, bu günün tarihini taşıyan, bizzat Kraliçe'nin imzaladığı bir kâğıt tutuşturdu; bunu da nereden çıkardığını fark edememiştim.

"Bir dilekçe," dedi Kraliçe.
Muzaffer bir edayla arkasına yaslanıp bacağını sallamaya, eteğiyle odada rüzgâr estirmeye devam etti.
"Üreme organları departmanı olarak hizmetlerimizi herkes daha iyi anlasın diye bir bayram günü tayin etmenizi talep ediyoruz," dedi.

Kâğıda bakıyor fakat ne yazdığını bile göremiyordum. Ellerim titriyor, kulaklarım uğulduyordu.

Çenesini yukarı kaldırıp tiz bir sesle, "biz," diye başlayan Kraliçe, "hayatın kaynağını şekillendiriyoruz. Sihirli formül bizim sorumluluğumuzda. Biz, bu bedende başka hiçbir departmanda mümkün olmayan bir mucize gerçekleştiriyoruz: Mayoz bölünme," dedi.
İşaret parmağını burnuma doğru uzattı.
"Hiçbir hücre 23 kromozomlu çekirdekle bölünemez; bizden başka. Hiçbir departman, hücrelerini bir hayat yaratmak üzere hazırlayamaz; bizden başka."
"Kraliçem..."
"Evet," diye sözümü kesti, "ben Kraliçeyim. Saygınlığım söz konusuyken kimsenin gözünün yaşına bakmam. Bu bedendeki her hücre mayoz bölünmeye borçlu olduğunu bilecek. Benim departmanımın dışında hiçbir hücrenin mayoz bölünme gerçekleştiremediğini bilecek. Bu bedendeki her hücre," Kraliçe burada biraz ara verdi, dişlerini sıkıp sırıttı ve devam etti, "kendi vazgeçilmezliğini bayrak gibi çekmeden önce haddini bilecek."

Bir hışımla ayağa kalktı, kapıya yürüdü, kapıdan çıkmadan önce eteğini savurarak bana doğru döndü. İşaret parmağı gene yukarı kalkmıştı:
"Dilekçeyi derhal işleme sok, komisyonu topla ve bayram gününü çıkar," parmak indi, "derhal!"

Kraliçe'nin arkasından bakakaldım.

Koluna bir çanta taktığını, çantada oturan bir köpek olduğunu, köpeğin dilini sarkıtıp hızlı hızlı soluduğunu ilk defa fark ediyordum.