Gemide İsyan

"Bu şartlar altında çalışamayız," dedi.
"Anlıyorum," dedim.

Makul biriydi. Önüme serdiği raporlara göre bu şartlar altında gerçekten de bir kriz kaçınılmazdı.

"Ne yapabileceğime bir bakayım," dedim.

Raporları toplamaya başladı.

"Bunlar bende kalsın," dedim; bir işime yarayacağından değil, verdiği emeğe saygı duyduğumu bilmesini istediğim için. Yanımdan ayrılmasını beklemeden bizimkilere talimat verdim: "Gri hücrelerle bir toplantı ayarlayın; Sektör 6'dakilerle."

Kalp Damar sekreteri gitmeden önce anlayışla gülümsedi.

Bizimkiler hücre yenilenmesi raporlarını getirmişti. Bütün satırlar yeşildi ama raporlar kırmızı bir yıldızla işaretlenmişti. Yeşil satırları göstererek, "nedir mesele," dedim, "her şey yolunda görünüyor."

"Taşıyıcı RNA'larla mesajcı RNA'ların arası çok gergin," dediler, "saha gözlemcilerimiz büyük bir kavga çıkmasının an meselesi olduğunu söylüyor."
"O sorunu çözdük sanıyordum," dedim.

Öfkelenmişim. Bütün vücudu yönetiyorduk da şurada beş tane nükleik asite söz geçiremiyorduk.

"Neymiş mesele?"
Bizimkiler suspus birbirine baktı.
"Mesele neymiş," diye gürledim bu sefer.
"Asıl mesele," dediler, "DNA... Sendika liderlerini birbirine düşürüyor."

Çaresizlik içinde arkama yaslandım. Böyle olacağını biliyordum. Nükleik asitlere sendikalaşma hakkı vermek hiç iyi bir fikir değildi. O iş de DNA'nın başının altından çıkmıştı; o zaman da nükleik asitleri kışkırtan ve ayaklandıran DNA'ydı. Komisyonda ret oyu vermiştim.

DNA'yla yüzleşmemiz, iki tarafın da bu çekişmenin kazananı olamayacağını açık açık söylememiz gerektiğini savunmuştum. Olayın nasıl patlak verdiğini komisyondaki herkes biliyordu. Birkaç kendini bilmez, RNA'nın, biz olmasak o bir hiç, boşuna kasılmasın, kendini de kral zannetmesin, bütün otoritesi bizim iki dudağımızın arasında, üstelik bu basit gerçeği kendi kendine göremeyecek kadar da şuursuz, diyerek sağda solda caka sattığını anlatmış, bunlar da DNA'nın kulağına gitmişti.

DNA Hemen Timin'e danıştı çünkü sadece Timin'e ve Timin'le Urasil arasındaki ezeli rekabete güvenebilirdi.
"Sağlam yapına güven," dedi Timin, "sana bir şey olmaz. Ama nükleik asitler arasında çıkacak bir çekişme RNA'nın aklını başına almasına yeter."
Düşünceli görünen DNA, "nasıl olacak o," diye mırıldandı.
"Sen o işi bana bırak," dedi Timin.
Çok geçmeden nükleik asitler kapımıza dayanmış, sendika hakkı isteyerek ortalığı birbirine katmıştı.

Karar verecek olan komisyon DNA'yla yüzleşme konusundaki teklifime sıcak bakmayınca araya tanıdıkları koyup DNA'ya haber gönderdim. Sen kralsın, dedim. Bir dedikodu yüzünden alınganlık gösterip köyü ateşe vermek sana yakışmaz, dedim. Seni çekemeyenler var, hep de olacak, dedim. Şimdi her şeyin üstüne bir sünger çekersen RNA dahil herkes kimin kral olduğunu bir kere daha, unutmamak üzere anlar, dedim.
Bana gönderdiği pusula şöyleydi: "Benim okum yaydan çıktı."

Komisyonun nükleik asitlere sendika kurma hakkı vermesine engel olamadığım için çok üzülmüş, günlerce uyuyamamış, bozguna uğrama hissinden bir türlü kurtulamamıştım ama bıçakla kesilmiş gibi bütün kargaşanın dindiğini, hücre yenileme raporlarındaki yeşil satırların peş peşe akıp gittiğini görünce yavaş yavaş yatışmıştım. Bu sendika olayının DNA ve RNA arasındaki gerilimi arttıracağı şeklindeki tahminimde yanılmıştım ve yanıldığım için çok mutluydum. Oysa şimdi elimde tuttuğum raporlardaki kırmızı yıldız bana mutlu olmak için bir neden kalmadığını söylüyordu.

"Ne biliyoruz," dedim.
"Gene Timin," dedi bizimkiler, "taşıyıcı RNA'lardaki nükleik asitlerin, mesajcı RNA'lardaki nükleik asitlerden daha fazla risk aldığını, zaten yaptıkları işin de daha hayati olduğunu söyleyip durmuş. Taşıyıcı RNA nükleik asitleri yıpranma primi istemiş. Gerekçe olarak da, üç yaşında bir çocuğun lehimleyeceği devrenin bile bir mesajcı RNA'nın yaptığı işin altından kalkabileceğini göstermiş."
"Eyvah, eyvah, eyvah," diyerek ellerimle yüzümü kapadım.
"Mesajcı RNA nükleik asitleri bu talebin düpedüz hakaret içerdiğini söylüyor," diye devam etti bizimkiler, "o zaman biz de çıkalım, tekerleğin icadından itibaren taşıyıcı RNA'nın yaptığı işin önemi kalmamıştır, diyelim. Ama demiyoruz. Neden demiyoruz? Çünkü sendika olarak emeğe saygı gösteriyoruz. Aynı saygıyı karşı taraftan da bekliyoruz. Özür dilesinler, yoksa greve gideriz. Diye bildiri yayınlamışlar."
"Bildiri mi," diye inledim.
"Komisyonu toplantıya çağıralım mı," dedi bizimkiler.

Ne işe yarayacaktı? Burunlarının ucundakini bile görmeyen bunaklar sürüsü ne yapabilirdi? Toplanıp toplanıp dağılacaklardı. Her kafadan bir ses çıkacak, kimse birbirinin ne dediğini anlamaya çalışmayacak ve zaten kimse anlamak için uğraşmaya değecek bir şey söylemeyecekti. Bu tatsızlığı çözmek için Timin'i ikna etmemiz gerektiğiyle ilgili önerimi de muhtemelen reddedeceklerdi.

Bizimkilerden biri paldır küldür içeri dalınca düşüncelerim dağıldı.
"Efendim," dedi yeni gelen, "Sektör 6'dan sizi bekliyorlar."
Hemen ayaklandım.
"Timin'i çağırın," dedim, "acil. Ben yokken gelirse beklesin."
Tam çıkacakken durdum.
"Ağzınızdan laf almaya çalışırsa oyuna gelmeyin," dedim, "herkes çenesini tutsun. Hücre yenileme ve protein sentezi raporlarını da dosyalayın, ortalıkta dolaşmasın."
Ve bir hışımla çıktım.

Sektör 6'nın her zamanki pürneşe halini görünce canım iyice sıkıldı. Dünya yansa umurlarında değildi; nasıl olsa biri söndürürdü. Mutlaka arkalarını toplayacak biri çıkardı. Kalp Damar'ın şikâyetlerini sıralandığımda da bu tavırda bir değişiklik olmadı.
"Elimizden bir şey gelmez," dediler, "bir çaresini bulacaksınız artık."
Sükûnetimi korumaya çalışarak bir orta yol arıyordum.
"Beyler," dedim, "raporları gördüm. Durum içler acısı. Böyle yemeye devam edemez. İçtiği sigaraları birbirine eklesen ikinci bir Brooklyn Köprüsü inşa edebilirsin."

Herhangi bir politik gönderme yaptığımı düşünmesinler diye İstanbul'un köprülerinden örnek vermemiştim.
"İyi de," dediler, "bu sektörde bizim ne iş yaptığınızı sen herkesten daha iyi bilirsin."

Elbette biliyordum. İşleyişe dair her şeyi bilmek, denetlemek, müdahale etmek benim işimdi. Kaldı ki Gri Hücre Sektör 1'in Kâhinler, Sektör 2'nin Yargıçlar, Sektör 3'ün Karar Vericiler, Sektör 4'ün Aklâkçılar, Sektör 5'in Yaratıcı Üstatlar, Sektör 6'nın İstenç katı olduğunu bilmek de zaten işimin bir parçası değil, bu bedendeki her hücrenin içinde yaşadığı gerçekti.

"Sigara içmek istiyoruz," dediler, "çeyrek ekmek kokoreç istiyoruz. Renkli jelatininin içindeki cipsleri istiyoruz. Cipsleri yedikten sonra parmakları yalamak istiyoruz. Kızgın yağda cızırdayarak kızaran her şeyi, fırına girip kabararak pişen her şeyi, ekmeğin üstüne sürülen, içine konan, yanına katık olan her şeyi yemek istiyoruz. Çünkü işimiz istemek. İstememek değil."

Bunda anlamayacak ne var, bakışıyla gülümsediler.

"Tamam işte," dedim, "istemeye devam edeceksiniz. Sigara içmemek isteyeceksiniz. Acıkma sinyali alınca buzdolabına doğru değil, parktaki koşu yolunda yürümek isteyeceksiniz. Coca Cola şişesi yerine sürahideki suya uzanmak isteyeceksiniz."
Akılları karışmıştı.
"Sağlıklı olmak isteyeceksiniz beyler," dedim, "sizin işiniz, istemek. "
Şaşkınlıktan kaynaklanan sessizlik bir süre daha devam etti. Neden sonra içlerinden biri, "bu Kalp Damar her şeyi abartır zaten," dedi.

Bu zaten'in neyin zaten'i olduğunu anlamamıştım. Kalp krizi, geliyorum, diyordu ve kalp damarları tıkandıktan sonra müdahaleye kadar geçecek zamanda, beslenemeyen hücrelerin ne kadarının çürüyeceğini Sektör 1'dekiler bile bilemezdi (Aslında en iyisi Sektör 1'dekilerin ne bildiklerini hiç karıştırmamak; ne bu konuya ne başka bir konuya). Kalp bir kere çürüdükten sonra da Sektör 6'dakiler artık hep aynı şeyi isteyecekti: Sağlık. İşte ben de şimdiden bir sağlıklı olma istenci yaratmalarını öneriyordum ama anlayışsızlık yüklü bir sessizlik uzadıkça uzuyordu.

"Bir de içki konusu var tabii," dedim.

Çünkü uzayan sessizlik sinirlerimi bozmuştu. Çünkü ne zaman sinirlerim bozulsa beni şeytan dürterdi.

Hayretle, "o konuda bir sorun yok ki," dediler.
"Kalp Damarcılar derhal haftada iki kadeh kırmızı şarapla sınırlanması gerektiğini bildirdi," dedim.
"Hiç kusura bakma," dediler, "elimizde kapı gibi karaciğer raporları var."

Aynı raporlardan bende de vardı.
"Aynı raporlardan bende de var," dedim.

Ilımlı biri olarak tanınırdım. Adamlarım dışında aksi tarafıma ve öfkeme tanık olan yoktu. Bu durumun böyle devam etmesini istiyorsam tansiyonu düşürmem gerekiyordu.
"Yapmayın ama beyler," dedim, "Alt Batın Özerk Yönetimi'nde işlerin nasıl yürüdüğünü anlatmama gerek var mı?"

Hepimiz gözlerimizi devirip imalı imalı gülümsedik.

Alt Batın Özerk Yönetimi kimseye bağlı değildi. Düzenli olarak rapor veriyorlardı ama orada neler döndüğünü, bana sorarsan oradakiler dahil hiç kimse bilmiyordu. Ne zaman ki iş çığırından çıkıyor, küçük aksaklıklar belalı hastalıklara dönüşüyor, olumlu raporlar birden tutuşuyordu, işte o zaman Alt Batın Özerk Yönetimi bütün sistemleri alarma geçirip yardım çığlıkları atmaya başlıyordu. Aynı gemide olduğumuz için, ne oldu özerkliğinize, diyemiyorduk. Hani başınızın çaresine bakıyordunuz. Hani sizin oralar başka bir yere benzemezdi. Hani kimse sizi denetleyemez, kimse size ne yapacağınızı söyleyemezdi. Diyemiyorduk.

Kendini yönetmekten aciz bir sisteme kendini yönetme emri verilmişti. Şimdi kalkıp Sektör 6'nın kasıntı gri hücrelerinin karşısında evrimi eleştirecek değildim ama kabak bizim başımıza patladığında evrimin kıs kıs gülüp gülmediğini de içten içe merak ediyordum.

Neyse ki Sektör 6'nın muhteremleri Kalp Damar'dan gelen uyarıları, Alt Batın Özerk Yönetimi'nin verdiği, hey dostum, bizi merak etme, tadındaki, yeniyetme kayıtsızlığı dışında hiçbir şey söylemeyen raporlardan daha fazla ciddiye almak gerektiğinin farkındaydı.

"O halde," dedim, "siz derhal aksiyon alıyorsunuz, ben de durumu, Sektör 6 müdahale etme kararı verdi, diye Kalp Damar'a iletiyorum. Tamam mıdır? "
Gerdanı, göz altı torbaları ve yanakları sarkık başkan, ölü balık bakışlarını üzerime dikip, "beslenme, alkol ve sigara konularında Kalp Damar'ın uyarılarına uygun istekler yaratacağız. Tamamdır," dedi, "ama senin canını sıkan başka bir şey var."
"Evet," dedim; kısa, net.
"Taşıyıcı ve mesajcı RNA'lar arasında bir gerginlik çıkmış diye duyduk."

Duyarlardı tabii; adamlar bildiri yayınlamıştı. Bildiri! Şu hayattaki 47 yılımızda kimse bildiri yayınlamaya cüret edememişti. Dilekçe verenleri, imza toplayanları, raporları birbirine savurup komisyonları dağıtanları, parmak sallayarak kurumları tehdit edenleri görmüştüm. Belki abartıyordum ama bildiri yayınlamakta bir kötü niyet seziyordum. Hedef, bir problemi çözmekten çıkıyor, problemi duyurmak haline geliyordu. Diğer hücreler arasında kamuoyu yaratmak istiyorlardı. Böylece bedendeki bütün hücreler taşıyıcı ve mesajcı RNA'lar hakkında düşünecek, konuşacak, teoriler üretecek, bu teorileri paylaşacak, değerlendirecek, sahiplenecek, sahiplenmeyenlere kızacak, küsecek, bütün bunlar kıpkırmızı satırlı raporlara dönüşüp benim masama yığılacaktı.

Durum bu hale gelince ben de bir bildiri yayınlasam ve bu bildiride DNA'nın kibrini burnuna soksam, manipülasyona gelen nükleik asitlerin aptallığına gülsem, RNA'nın bir aşağılık kompleksi bataklığına gömüldüğünü, bu yüzden kendi önemini takdir edemeyecek kadar şuursuzlaştığını söylesem, nükleik asitlere sendikalaşma hakkı veren komisyonu da kendi gerçekliğinden habersiz bir avuç saftirik olmakla suçlasam iyi mi olurdu.

Ya da şimdiden, olayların sarpa sarmasını beklemeden ilanlar hazırlasam, her hücre çeperine assam. Gözünüzü açın, desem. Bu beden demokratik düzen ve sosyal haklarla yönetilemez. Burada orman kanunları geçerli. Doğal bir sistem insan icadı fikirlerle işlemez. Bunu denemeye kalkmak ahmaklıktır. Ahmaklığa teslim olmak korkaklıktır. Korkaklar da öldükleri gün gelinceye kadar her gün ölür. Desem. İyi mi olurdu.

Şahsi görüşlerimi paylaşmayı, işimle ilgili yorum yapmayı, kısacası boş konuşmayı sevmesem de, RNA'lar arasındaki gerginliğin kaynağını düşününce bu konuyu en iyi gri hücrelerin anlayabileceğine karar verdim; gri hücrelerle anlayış arasındaki o klasik insanî imana dayanarak değil, nöronlarla gri hücreler arasında da DNA - RNA  çekişmesine benzer bir rekabet olduğunu düşündüğüm için.

Anlaşılan bu konu onları germiyor, aksine, neşelendiriyordu. Nöronlar da gri hücreler de kendini kral sayıyordu. Ayrıca, karşı tarafın kendini kral saydığını biliyor, onların öyle saymasının, kralın kendileri olduğu gerçeği yanında hiçbir önemi olmadığını düşünüyordu. Diğerine ders vermek iki tarafın da aklına gelmiyordu.
"Yani," dedim, "sodyum, potasyum ve kalsiyum arasına nifak sokmayı hiç düşünmediniz."
Bir an donup kaldık. Sonra hep beraber püskürerek kahkahalar atmaya başladık.

Tam ofisime dönüyordum ki Sektör 6'dan genç biri koluma girip gri kıvrımlarda kısa bir yürüyüşe çıkmak için beni yönlendirdi.

"Aklında," dedi, "tavsiye edecek başka fikirler var mı?"

Birkaç fikrim vardı tabii; benim gibilerin yedekte mutlaka birkaç fikri olurdu.

"Örneğin," dedim, "yeni birileriyle tanışma motivasyonundan yola çıkıp spor salonuna yazılma isteği yaratabilirsin. Kanepeye büzüşüp ucuz viskiden sızdığı bir akşam, mideden gelecek olan isyanı da değerlendirip, şu sefaleti çekmek yerine haftada bir gece pahalı bir restoranda iki kadeh iyi kalite şarap içmenin keyfini sürmek için istek yaratabilirsin."

Sektör 6'nın genç hücresi bir yandan not alıyor bir yandan kafasını sallayarak onaylıyordu.
"Bu ucuz viski konusu alkolik olduktan sonra kullanamayacağın bir koz, biliyorsun," dedim.
"Tabii," dedi, "alkoliklikten sonrası hep en ucuzu ve daha fazlası... Sigara konusu?"
"İşte o zor," dedim.
Biraz düşündükten sonra, "üst katta kur yapıp duran bir hipnozcu var," dedi, "sigarayı bırakmak için ona gitmek isteyebilir."
Sırtına pat pat vurdum.
"Benim tavsiyelerimden çok daha makul istençler yaratacağınızdan eminim," dedim, "işinizi iyi yaptığınız ortada."
İşinizi iyi yaptığınız için alkolikliğin sınırında bir obez olduk, demedim.
"Ben sadece," dedim...
"Biliyorum," diye sözümü kesti, "aynı gemide olduğumuzu hatırlattın."